Pages

31 Aralık 2010 Cuma

31.12.2010

Yılın son günü....
Kocaman bir yıl geride kaldı. Ben hala aynı nokta da sayıyorum. 2010 için dileklerim vardı. Yerine geldimi... gerçekçiyim zaten gelmesini beklemiyordum. 2011 içinde dileklerim var onlar konusunda da gerçekçiyim. Filiz derki pozitif enerji yayarsan isteklerini elde edebilirsin. Valla olmayacaklarını bildiğimden dünyada ki bütün enerjileri yaysam da benim için farketmeyecek.
Hayal kurma yaşımı çoktan geçtim, ama insan doğası işte sen geçsende ruhun vazgeçmiyor.
Yinede yeni bir yıl, yeni bir başlangıç...
Herkez için dileğim sağlık, mutluluk, bolbol sevgi ve bol bol bereket...
Kendim için dileğim de temel aynı şeyler ama ekstra olarak adam gibi bir adam bulup aşık olmak istiyorum.
Hey evren dileğimi umarım duyarsın.
Hepinize nice nice mutlu seneler.

30 Aralık 2010 Perşembe

Yaprak Dökümü Final

Bütün gazeteler baktım yazmış yazmış durmuş...
Yaprak Dökümünü
Dedim madem bende yazayım.
Öncelikle belirtmem gerekir ki ben o diziyi nerdeyse hiç izlemedim gibi birşey
Merakla beklediğim acaba ne olacak dediğim hiç bir bölümü yoktu.
Çoğunlukla sevgili anacım izler bende arada sırada bakar ama genelde kitap okur ya da müzik dinlerdim.
Ama dün son bölümü yupi artık şükür bitiyor edası ile izlemeye karar verdim.
İzledim de ilk defa da keyif aldım açık söyleyeyim.
Güzel bir final olmuş ellerine sağlık ama sanırım beni en çok etileyen Ferhunde'nin boş evde gelip eski bir fotoğrafa bakarak hüngür hüngür ağlaması oldu. Çünkü o hep acısıyla tatlısıyla kendisini bir aile'nin parçası hissettiği tek yerin onların yanı olduğunu söylerdi.
Her ne kadar son sahnesinde olayı batırsalar da ki malumunuz Tekin ailesi tren ile Trabzona gitti. Ama Trabzona tren seferi yok maalesef, genede güzel bir finaldi.
Ali Rıza bey'in o güllerin yanına gittiği ilk saniyelerde daha öleceğini biliyordum. Evde baya bir iddiasını bile yaptım sonunda da kazandım.
Gerçekten acısı ile, tatlısı ile, bize birşeyler katarak, bizden bir şeyler alarak sonunda bitti.
Emeği geçenlere teşekkürler.

Rubber Duck

Bakmayın öyle ne diye. Snow jagger kar botlarının türkiyede ki satıcısı...
Evet size geçen gün resmini gösterdiğim botlarımı dün gece aldım ve şu an ayağımdalar.
Kar yok diyeceksiniz ne diye giydin.
Valla içi tüylü tüylü zavallı ayacıklarım şu anda sıcacık, gelecek saatlerde ne olur bilmem.
Botları size anlatayım biraz alacak olanlara da fikir olsun.
Alt tabanı ve ayakkabının tabanının bir santim üstüne kadar tamamen kauçuk, su girmesin diye yapılmış, kauçuğun iç kısmından su geçirmez kumaş yukarı doğru çıkıyor. O kumaşın hemen üstüne kauçuğun bittiği yerden bir üç santim kadar süet bir şerit var. Onun üstündende yarım bot hizasına kadar kendi kumaşı var.
İçi annemin demesi beraber bakmıştık. Pofuduk pofuduk koyun yünü kaplı.
En güzel tarafı ise kapanması için cırtcırtı sistem olmasının yanı sıra bu sistemin ayakkabının arkasında olması. Benim gibi şişmanlar için bulunmaz nimet olan bir şekilde de ayarlanır olması.
Birazcık kaba bir görüntüleri var. Ama u botlara nazaran kesinlikle daha şık. Kaba maba sıcak tutsunda daha ne isterim.
Tabii her ne kadar su geçirmez olsa da gene de önlem almakta fayda var deyip daha önce işe yarayıp yaramadığını bilmesemde nano spreylerden de sıkmayı ihmal etmedim. Hem su geçirmesini hem de kirlenmesini önlüyor. Yalnız düzenli kullamım şart.
Botları net'ten bulduğum tek satış bayisi olan ( sanal mağazalar haricinde) Yeşil Kunduradan aldım. 199,90.-tl fiyatı ayrıca firmanın 1 lira verip indirim kartını alarak ta 20 tl'lik indirim kazandım.

29 Aralık 2010 Çarşamba

AZAP

Yasak.
Ölümsüz.
Uğruna Ölünecek Bir Aşk
AŞK ASLA ÖLMEZ BAĞIMLILIK YARATAN DÜŞÜŞ SERİSİNİN İKİNCİ ROMANI AZAP OKURLARINI MACERANIN DAHA DA DERİNLERİNE ÇEKİYOR
Cennetten kovulan bir melek olan erkek arkadaşı Daniel`dan ayrı kalan Luce için hayat cehennem azabından farksızdır. Birbirlerine kavuşmaları sonsuzluk kadar uzun sürmüştür ancak Daniel ona gitmek zorunda olduğunu söyler. Daniel Luce`u öldürmek isteyen ölümsüzleri - Sürgünleri - yakalayana dek geri dönmeyecektir. Luce`u Kalifornia`nın kayalık kıyı şeridindeki bir okula, sıra dışı yeteneklere sahip öğrencilerin, düşen meleklerin ve insanların çocukları olan Nefilimlerin bulunduğu Shoreline`a gizler. Shoreline`da Luce gölgelerin ne olduğunu ve onları önceki hayatlarına açılan bir pencere olarak nasıl kullanacağını öğrenir. Luce kendisini geliştirdikçe, Danielın ona her şeyi anlatmadığına dair şüphe duymaya başlar. Daniel ondan bir şeyler gizlemektedir Tehlikeli bir şeyler. Ya Daniel`ın çizdiği geçmiş tam olarak doğru değilse? Ya Luce`un başka biriyle birlikte olması gerekiyorsa?

Gelelim kendi yorumlarıma...
En başta belirteyim serinin sıkı bir takipçisiyim. Her ne kadar aslında bir teenager kitabı gibi lanse edilsede her yaş grubunun okumaktan zevk alacağı bir kitap bence.
Serinin ilk kitabı Düşüş (falen) ile ilgili düşüncelerimi yazma şansım olmamıştı. Bu sefer yazmak istedim.
Daniel muhteşem, güçlü, yakışıklı kadim meleklerden biri ama aşkı uğruna düşmüş bir melek...
Luce en büyük handikap onun kim olduğu yada ne olduğu bilinmiyor.
Danielin ve diğer meleklerin güçleri ortada ama Luce kendisini insan olarak bilsede garip güçleri var mesela ateş ilk öpüştüğü çocuğu yakarak öldürmüştü, sonra duyurucuları görebilmesi ve duyabilmesi, Azap'tan anladığım kadarı ile yıldız iğnesi ile ölebiliyor. Bizde oturup nedir diye tahmin yürütmeye çalışıyoruz.
İşin ilginç yanıda melekler ve şeytanlar onu korumak adına ölmeyi bile göze alacakları kadar önemli biri, dünyanın dengesi. kitapta'da böyle bir şey vardı. Dengeyi bozacak melek iyi yada kötü tarafı seçecek gibi bir şeyler yazıyordu. Luce bu meleğin Daniel olduğunu düşünüyordu. Ama bence o melek yada şeytan her neyse Luce..
Hikaye yi bilenler biliyor bilmeyenler de yukarıda yazılanlardan sonra öğrenmiştir. Kitabın en büyük özelliği bence bütün seri boyunca Luce'un kim olduğunu keşfetmesi ve Daniel'in onunla ilgili sırları. Tam diyorsunuz öğreniyoruz sırlar gün yüzüne çıkıyor Lauren Kate sizi allah bullak edip bırakıyor ortada
Şimi dört gözle serinin üçüncü kitabı Tutku'yu bekliyoruz da ne zaman çıkar allah bilir. Ve yazarımız bizim hangi sorularımızı yanıt verip bizi hangi konularda merak içinde bırakacak bakalım.

Yupii

Harbiden yupii deyip zıplayasım var yerimde...
Uzun zamandır kredi kartı borcum vardı. Küçük bir rakam ama bir türlü denkleyip kapatamıyordum.
Bu gün son ekstrem geldi.Çok şükür ki o borcu kapatmaya başladım. Sanırım gelecek ay tamamını bitiricem. Acayip sevinçliyim o yüzden.
Borcumu tamamen kapatmadan önce harcama yapmamak konusunda kendimi ikna etmiştim. Yapmıyorum da sadece gerekli olan şeyleri alıyorum. Bu iki ayıda bu şekilde geçirdikten sonra borcumu bitirip rahat edebileceğim.
Gerçi önümde zor bir dönem var ocak'ta bir arkadaşımın, şubat'ta birinin, mart'ta da kardeşimin doğum günü var geçen sene baya abartmıştım hediye konusunda ama bu sene abartmamaya karar verdim. Küçük ama güzel şeyler alıp borcumu harcımı bitiricem ve rahat edicem..

27 Aralık 2010 Pazartesi

Çöl Çiçeği

Bu aralar galiba bende havalar gibiyim. Bir açılıp bir kapanıyor ve yazmakta zorlanıyorum. Saçmalama dürtüm çok yüksek paylaşmak istediğim şeyler bu ara pek yok.

O zaman en son aldığım kitaptan bahsedeyim dedim. Aslında iki tane kitap aldım. İris Johansen' den Çöl Çiçeği ve Lauren Kate'ten Azap.
Azap'ı halen okumaktayım. O yüzden Çöl Çiçeğinden bahsetmek istiyorum. Ki onu dün 13'te okumaya başladım akşam 21'de bitirdim.

Beni arama. Hazır olduğumda döneceğim.Bunlar, Pandora Madchen’ın kaçarken ardında bıraktığı satırlardı.Hayat önüne bambaşka fırsatlar çıkarıp onu farklı yollara sürüklese de o, yıllar sonra çöle, Sedikhan’a, âşık olduğu adama dönmeye artık hazırdır. Şeyh Philip El Kabbar, gücü tüm dünyaya uzanan bir işadamı olmasına rağmen yıllar boyu Pandora’dan bir haber alamamıştır. Pandora dönmüştür çünkü artık oyunun kuralları değişmeli, aşk yepyeni bir boyut kazanmalıdır. Kazanmanın kaybetmek, kaybetmeninse sevmek olduğu bu oyunun sonunda aşk kazanmalıdır.New York Times çoksatarı yazarları Iris Johansen’dan, okunmaya değer bir aşk hikâyesi...Bir kadının kalpten hissettiği ve istediği sürece, imkânsızlıkların ortadan kalkacağını bir kez daha hatırlatan bir öykü,Karşı konulamaz, yakışıklı bir adam ve egzotik bir mekân…Size de bu aşka şahitlik etmelisiniz.“Hayatta bazen büyük oynamak gerektiğini size bu kitap öğretecek.”
Bu kitap bir serinin devamı İris Johansen okuyanlar bilir. Bende bu iki karakter arasında ki ilişkiyi yazarın ilk okuduğum kitabı olan Bir Yaz Gülüşü adlı kitabından bu yana merak ederek bekliyordum. Bir Yaz Gülüşü kitabında ikiside yan karakterlerdi ama gelecek vaad ediyorlardı. Daha sonra yazarın kendi sitesinden bu ikilinin ilişkisinin anlatıldığı bir kitap olduğunu öğrendim. İngilizcesi uzun zaman önce gelmesine rağmen maalesef türkçeleştirilmesi aylar sürdü. Ama açık konuşayım ne Bir Yaz Gülüşü nede Ufka Dokunmak adlı kitablarından aldığım lezzeti bu kitapta bulamadım. Oysaki bu ikili arasında baya ilginç, seksi ve güçlü bir şeylerin geçmesini umuyordum.
Anlatım fazla hızlıydı. Sonra Philip Bir Yaz Gülüşünde bile daha egzantrik anlatılırken burada sıradandı, entrika yok sadece sonucu en başından belli olan bir hedef ve bir oyun var. Açıkçası hayal kırıklığına uğradım. Kısa olmuş sevgili İlyada'da daha önce başka bir yayın evinin bastığı ama kendilerinin bu kitabın arkasından tekrar basacakları Ufka Dokunmak kitabının ilk bölümünü koyarak aslından 206 sayfa olan hikayeyi 244 sayfaya çıkarmış.
Çok büyük bir merak ile bekliyordum. Ama açık konuşayım beni cezbetmedi ve memnun etmedi maalesef.
Azap ile ilgili düşüncelerimi kitabı bitirir bitirmez yazacağım.

24 Aralık 2010 Cuma

Black Swan (Siyah Kuğ)


İmdb Puanı: 8.9/10Yapım:2010 ~ ABDTür:Dram, Gerilim, Gizem, PsikolojikYönetmen:Darren AronofskyKrzywonos, Melanie Torres, Shaun O'hagan, Tina SloanSenaryo:Darren Aronofsky, Mark Heyman, John MclaughlinYapımcı:Darren Aronofsky, Jon Avnet, Mike Medavoy, Scott Franklin, Brad Fischer, Brian Oliver, Arnold MesserGörüntü Yönetmeni:Matthew LibatiqueMüzik:Clint MansellSüre:1 saat 43 dkGösterim Tarihi: 25 Şubat 2011 (Türkiye) OyuncularNatalie Portman (Nina) , Mila Kunis (Lilly) , Winona Ryder (Beth) , Sebastian Stan , Vincent Cassel (Korolyevna) , Janet Montgomery (Madeline) , Barbara Hershey
Filmin Konusu & ÖzetiNina (Portman), New York’ta yaşayan çok yetenekli bir balerindir ve hayatında çoğu balerin için de olduğu gibi dansetmekten başka bir şey yoktur. Eski bir balerin olan ve bu konuda çok hırslı olan annesi Erica (Hershey) ile yaşamaktadır. Oyun yönetmeni Thomas Leroy (Cassel) KUĞU GÖLÜ’nün baş balerini Beth MacIntyre (Ryder) yeni sezonda değiştrimeye karar verir ve ilk tercihi de Nina’dır. Balenin saf ve zarif Beyaz Kuğu ile şehvetin temsilcisi Siyah Kuğuyu aynı anda canlandırabilecek birine ihtiyacı vardır. Fakat Nina’yı bekleyen bir yeni bir rakip vardır, ve o da Leroy’u etkilemeyi başarmıştır. Nina Beyaz Kuğu rolüne her ne kadar uysa da Lily de Siyah Kuğu’nun tam karşılığıdır. İki genç dansçı arasındaki rekabet garip bir arkadaşlığa dönüşürken Nina da kendi karanlık tarafıyla haşır neşir olmaya başlamıştır – onu mahvedebilecek türden bir kayıtsızlık
Daha bir kaç dakika önce izlediğim bu yapım kesinlikle muhteşem bir çalışma olmuş. Seks sahnesi ile gündeme gelmiş olmasına rağmen seğrederken Natalie Portman'ın usta oyunculuğu sayesinde kesinlikle seks sahnesi arka planda kalmış.
Natalie Portrman oynadığı karakter Nina ile müthiş bir performans ortaya koymuş, zaman zaman utangaç, zaman zaman çift kişilikli harika bir karakteri oynayarak beni müthiş etkiledi.
Kendisine bu mühtiş oyunculuğunun bir oscar getirmesini bekliyorum.
Ben izlerken müthiş keyif aldım.Umarım sizde aynı keyfi alırsınız.

Dizilerimi Özledim...

Malum Hristiyan alemi noel tatiline girdi. Aslında bu tatil normalde beni pek ilgilendirmiyor. Tatilleri onların olsun önemli değil.
Bu güne kadar bir konuda beni ilgilendiriyordu. Malzeme aldığım bazı firmalar yurtdışı ile çalıştığı için ve yurt dışı siparişleri aralık 15 e kadar göndermek zorunda olduklarından bizim siparişleri bekletirlerdi. Gerçi o veya bu şekilde malzemeleri alıyoruz o konuda sorun olmuyor neyse...
Bu sene durum biraz daha farklı bir boyuta ulaştı bildiğiniz gibi iş yerinde biraz bolca boş vaktim oluyor. Bu yüzden bu sene bir sürü yabancı diziyi netten izliyorum. Ama maalesef onlarda noel tatiline girdiler ve ben sıkıntıdan kudurmak üzereyim.
Meğerse o diziler ile baya bir vakit geçiriyormuşum.

21 Aralık 2010 Salı

Benim de bu gün Esenliğim tuttu. Arkadaşım Esen bloğunda böyle aldığı ettiği yada almak istediği giysilerin resimlerini koyar.


Bende bu gün ona uyacağım. Dün gece Forum İstanbul'da Yeşil Kunduranın mağazasındaydım. Yaklaşık iki ay kadar önce internet sitelerinde gördüğüm kar botunu en sonunda mağazalarında satışa sunmuşlar buna sevindim. Biraz pahalıcada olsa ay sonuna kalmadan alacağım.


İşte almak istediğim biraz kaba görünümlü ama sevimli kar botu.

Ben alana kadar eğer bu bottan alan varsa lütfen memnuniyetini yada memnuniyetsizliğini bana bildirsin.

17 Aralık 2010 Cuma

Engin Akyürek


Fatmagül'ün suçu ne dizisinin başrol oyuncusu olup kendisi Beren Saat ile beraber katıldıkları Türkiye'nin Yıldızları yarışması ile adını duyurdu. Yardımcı rollerde oynadığı filmlerin ardından önce benim deli dediğim Mustafa karakteri ile Bir Bulut Olsam dizisinde müthiş bir oyunculuk ortaya koydu.

Fatmagül'ün suçu ne dizisi için öyle bir değişim geçirdi ki hani görenin içi eridi. Bir adama bu kadarmı değişen bir saç kesimi farklı bir hava verir bu kadar mı yakışır gerçekten harika görünüyor. Önceki oynadığı karakterler göz önüne alınırsa süper bir şeye dönüştü.

Oyunculuk kısmına gelince bence dün akşam tam zirve yaptı. Dizinin yayınlanan 13 bölümünde Fatmagül'e olan duygularının ortaya çıktığı sahnelerde o kadar gerçekçi o kadar güzel bir oyunculuk sergilediki...

Fatmagül'e bakarken gözlerinin içinin güldüğünü gerçekten gördüm. Onun ile konuşurken gerçekten insanın sevdiğinin karşısında elinin ayağının birbirine karışmasını öyle güzel segilediki helal olsun dedim. Hele bir de sonunda Meryem ablası ile Fatmagül hakkında yaptığı konuşma yokmu hele bir de sonunda onu sevdiğini itiraf etmesi adam mühtiş oynamış, yüzünde o duyguları o kadar güzel yansıttı ki ben bile onun içinde ki heyecanı hissettim.

Türk sineması hep erkek jönler hakkında arayış içinde kaldı. Bence Engin Akyürek oyunculuğu ile adımlarını bu yöne doğru sıkı sıkı atıyor.

Şimdi Kerim karakterinin tecavüz maduru bir kıza olan aşkını o aşkın oluşmasını, gelişmesini, açıkçası tecavüz maduru bir kıza aşık olunabileceğini nasıl bir oyunculuk ile sergileyeceğini görmek için dört gözle bekliyorum.

16 Aralık 2010 Perşembe

Hayvanlar Aleminden; SİYAT

Atv'de yayınlanan Kış Masalı adlı bir dizi vardı. İzleyenler ya da Cemal Hünal hayranları bilir.
Cemal Hünal'ın o dizide bindiği siyah bir at vardı.


Siyat


Hollanda Friesian cinsi bir at. Atları çok seven biri olarak bir çok güzel at gördüm bu güne kadar ama ilk defa bu kadar muhteşem bir hayvan gördüm. Size Siyat'ın resmini bulamadım. Daha doğrusu bütün ihtişamını gösteren güzel bir resmini. Ama dizinin soundrack'ı olan Kızıl Gonca şarkısının klibinde bol bol onu görme şansınız var. Bursa'ya bir daha ki ziyaretimde mutlaka orada ki at çiftliklerini araştırıp Siyatı bulacağım ama şimdilik türdeşleri ile idare edin.

Friesian atları ;




Hani buzulların altında bile volkanlar olurya bu gün aynen öyleyim.
İçten sıcak sıcak gelen bir yalaz, ama dışarda üşüyen bir vücut.

14 Aralık 2010 Salı

Yanımda Oturan Densiz

Bu sabah ortimin işi çıktığı için maalesef buraya kadar minübüsle gelmek zorunda kaldım.
Salak adamın teki yanıma oturdu. Tamam ben şişmanım belirli bir alan kaplıyorum farkındayım da sen ne diye yayılıyorsun onu anlamadım.
Paşam'la omuz omuza geldik. O da yetmedi bacak bacağa geldik. Dur dedim ben bacağı çekeyim. Anam ben çektikçe o daha da yayılmaya başladı. Neyse içimden sayıyom ama, şimdi buna ne yapayım diye düşünüyorum. Yapacam rezil olacak, yapmayacağım deli olacam en sonunda biraz kıpırdandım birazda yan bakış attım bizim ki döndü başka tarafa..
Eh dedim bir zahmet. Devam etse en sonunda diyecektim biraz daha üzerime çıkarsan çocuğumuz olacak diye...
Sabah sabah taciz edilmiş hissediyorum kendimi sormayın gitsin.

13 Aralık 2010 Pazartesi

Kar geldi...Sevene

Şuan Arnavutköy-G.o.paşa-İstanbuldayım
Az önce dışarıda lapa lapa kar yağmaya başladı. Doğanın en muhteşem şölenlerinden biri ile karşı karşıyayım. Çocuk gibi mutlu ve arsız hissediyorum kendimi.
İlk kartopu savaşımı yaptım bile....

Sanat mı? İdoloji mi?

Yazmasam içim rahat etmeyecek biliyorum. Akşamdan beri takığım çünkü.
Biliyorum arkadaşlarımda bu tip konulara daldığım için kızıyorlar bana genelde tartışma boyutları ağırlaşıyor çünkü, ama gene de içimi boşaltacağım.
Bilindiği üzere dün Ahmet Kaya’yı anma gecesi düzenlendi. Açık konuşayım adamı idolojik açıdan sevmem ama sevdiğim birkaç parçası vardır.
Şimdi nereden esti bu yazı diyeceksiniz. Akşam haberlerde barbar anma gecesinden bahsedildi, bakanlar hatta başbakan düzeyinde bir konuk listesi vardı ki sevgili başbakanımız son dakika da çıkan işleri yüzünden gelmedi. Neyse…
Baktım salona bundan 10 yıl önce Ahmet Kayanın karşısında duran ona sırtını dönen arkasından bar bar konuşan ne kadar adam varsa hepsi orada.
Kardeşim bu adam o zaman hain ilan edilmişti de madem sen bunu kabul etmiyordun. Neden çıkıp bar bar bağrındın. Şimdide gidip anma gecesine katılıyorsun. Gazetecilik, yazarlık, entelektüellik damarın mı tuttu anlamadım.
Diğer taraftan yapılan anma gecesi gelene gidene bakılırsa ki içinde Ahmet Kaya hayranı ne kadar adam vardı tartışılır sanki adamın sanatçı yanını değil idolojik yanını anmaya gelmişler.
Ki son dönemlerde yapılan haberlerde adamın neden suçlandığı neden ülkeyi terk ettiği göz ardı edildi. Kendini savunmak yerine kaçmayı seçmesini haklı kılan açıklamalar yapıldı. Peki Yılmaz Güneyin ve diğer yurt dışında kaçak olarak ölmek zorunda olanların suçu neydi.
Bir konuda Ahmet Kayayı hatalı buldum sanatçının idolojisi olamaz, idolojisi olanda sanatçı olamaz. Sanatçı evrensel olmak zorundadır. Tercihleri bizi ilgilendirmez. Ahmet Kaya’nın idolojisi sanatının önüne geçti. Dün oraya gidenler bir sanatçıyı anmaya değil idoloji anmaya gittiler. Hadi oradan diyeceksiniz. Bu gün görüntülere bir bakın gidenleri bir görün.
Ama asıl üzüldüğüm taraf bu güne kadar bir sanatkar, üstad ve değerli şahıs aramızdan ayrılmışken onları anmak için hiç çaba sarf etmememiz oldu. En basiti dün gece yanlış görmedi isem Moğollar orada idi. Barış Mançoyu anmak adına öldüğü günden bu yana hiç bakan katılımı olan bir anma töreni yapıldımı sormak isterdim onlara. Üstelik yanlış bilmiyorsam Barış Manço devlet sanatçısı ünvanı sahibi bir şahsiyetti.
Anma amaçları sanata ve sanatçıya saygı olsa eyvallah
Sadece sanatçı kısmını andılar mı evet andılar ama o kısımdan çok idolojisini andılar. Ve tabii ki en sonunda eşinin Leyla Zana’nın açıklamasını okuması bunun en büyük göstergesi oldu. Üstelik bu konuda suçladıkları, orada bulunan bakanların bizzat hizmet etmekle yükümlü olduğu Türk Devleti ve Türk Adaleti.

10 Aralık 2010 Cuma

100

100. yazım….
Özel olan her şeyin daha doğrusu akılda kalabilecek her şeyin işaretlenmesinden yanayım.
Burada da fan sitesinde de belirli şeyleri işaretliyorum.
Hani takvimde işaretlediğiniz doğum gününüz gibi.
Geriye dönüp baktığımda yazdıklarımı anımsamamı, yeni bir döneme girişimi işaret ediyor.
Haziran ayında açmışım bloğu onu da kurcalarken buldum.
Yüz yazı, yüz paylaşım yapmışım.
8 kayıtlı takipçim,
15 takip ettiğim blog var,
Ayrıca gizli gizli kayıtsız takip ettiğim en az iki blog daha var sormayın ne olduklarını,
800’e yakın ziyaretçi gözüküyor sayaçta ama en az 200’ü benimdir çünkü benim salak sayaç beni de ziyaretçi sanıyor. Ha bu arada 100 yazı yazmana rağmen neden bu kadar çok giriş yaptın derseniz. Bazen düzenlemelerin sonuçlarını görmek için ama ekseriyetle günde kaç kişi gelmiş ona bakmak için… merak ne yaparsınız.
Sayaca göre kayıtsız okuyucumda epey var ama kayıt olmalarını isterdim böylece onların bloglarını da okuyabilirdim.
4 yorumum var.
3 kere tema değiştirdim. Şimdiki oldukça sade ama sayfanın başında cafcaflı bir maske resmi olunca hoş oldu.
Bloğuma her şeyi en azından cesaretim olan her şeyi yazıyorum. Yazmadığım şeyleri sormayın itiraf bile edemem.
Kızgınlığımı, kırgınlığımı, yalnızlığımı, heyecanımı, sevincimi, mutluluğumu, aptallıklarımı, iyiliklerimi, kötülüklerimi, sakarlıklarımı, meraklarımı, özlemlerimi, sevdiklerimi, sevmediklerimi, arkadaşlarımı, arkadaş sandıklarımı, acısı tatlısı ile ailemi.
Farklı olsun bu sefer yazı, az önce bloga koyduğum yazıdaki gibi secret garden dinliyorum hala.
Üzerimde yeşil boğazlı bir kazak ve kot etek var. Saçlarımı iki ay önce boyatmıştım. Dip boyası zamanı geldi ama ben boya üzerine boya attırmam o yüzden renk neye dönerse dönsün kendi saçım olana kadar bekleyeceğim. Altın top küpelerim, boynumda kartanesi altın kolyem, saatim, baş ve işaret parmağımda yüzüklerim, bir de bilekliğim var takı olarak. Bu gün hava soğuk o yüzden ayaklarım birazcık üşüyor. Ofiste botlarım var ama giymeye üşeniyorum. Siyah deri ayakkabılar ve onlara uygun siyah bir çanta takıyorum. Çantanın içinde neler var bir anda düşündüm. Cüzdanım, güneş gözlüklerim, kalem, günlük yazmak için aldığım bir defter, içinde çeyiz dökümlerimin olduğu eski diskler ki açılacağına bile emin değilim, yelpazem, mendil, biraz bozuk para, twilight anahtarlığım, cep telefonum, mp3 çalarım bu arada hafızayı fulledim. En kısa sürede yenisini almam lazım ama biraz bekleyecek. Siyah ayakkabı ve siyah çantaya inat lacivert bir mont cebinde kış için vazgeçilmezim olan parmaksız eldivenlerim. Deri eldivenim evde. Dolabımda kazaklarımın, eşofmanlarımın, çamaşırlarımın, çoraplarımın, şemsiyemin, dvd ve müzik cd’lerimin bulunduğu ama en çok içinde kitaplarımın olduğu kocaman dolabımda. Kitap sayısı aklımda bile değil. Aslında dolap dememek lazım onu kütüphane olarak almıştım ama dolaba döndü. Gelecekte olacak, raflar kitap doldukça dolap boşaltmak. Eski bildiğiniz bir divanım var. Onun üzerinde yatıyorum. Altında ayakkabılarım var. Sporlar, deriler, botlar hepsi orada elimin altında. Küçücük bir oda bir yatak bir dolap başka bir şey yok. Duvarlar leylak boyalı, camlar, perdeler, dolap her yer beyaz. Marjinal bir dekor yapmak peşindeyim ama annem izin vermiyor. Aslında televizyonda koyacağım ama aile olarak kopuk kopuk olacağız diye düşünme aşamasındayım hala. Asılması gereken kıyafetler annemlerin yatak odasında. Pc ve laptop, dvd player hepsi kardeşlerimin odasında o yüzden gece kullanımıma kapalılar arada laptobu alıyorum. Kardeşlerimin odasına gelince duvarlarda kardeşimin üniversite diploması, üniversite arkadaşlarının hediye ettiği birkaç resim, bir de benim aldığım el yapımı alçı işi küçük resimler var. Ferrari arabalarının minikleri asılı, dokunulması, istenmesi kesinlikle yasak. Bilgisayarın yanında televizyon, yatak olarak iki çekyat annem orayı hem normal bir oda hem de onlara yatak odası olarak kullandırıyor. Kendi misafirleri geldiğinde otursunlar diye. Salonda televizyon, eski o büyük vitrinlerden bir tane bir de yemek masası var. Sonra kocaman koltuklar her akşam üzerine serilip film izlediğim ya da kitap okuduğum koltuklar.
Bu sefer bir ilki 100. yazımda yazmak istedim. Hem bloğumdan, hem üstümden başımdan, hem de evimden bahsetmek biraz karışık olsa da hoş oldu. Yarın öbür gün bütün bu bilgileri olurken baya eğleneceğim gibi gözüküyor

Kayıp Ruh

Konuşmak,
Sohbet etmek,
Birini dinlemek,
Öğrenmek,
Yorum yapmak,
Belirli bir konuyu tartışmak
Tüm bunlara hasret olduğumu farkettim.
İki kelimeyi bile bir araya getiremeyen insan topluluğunun arasında yalnız kaldım.
Yada ne zaman bir arada olsak sürekli aynı şeyi konuşmaktan sıkıldım. Konuşacak milyonlarca güzel şey varken kendimi duvarların arasında sıkışmış gibi hissediyorum.
Şu anda bu yağmur da bile kafamda ki milyonlarda düşünceyi, hayata olan bıkkınlığımı durdurmak amacı ile kaçıp gitme isteği uyanıyor içimde.
Secret Garden dinliyorum. İçimde kocaman bir ormana kaçıp saklanmak isteği uyandırıyor. Ya da engin denizlere dalmak, suyun içinde benliğimden arınmak istiyorum. Böylece insanlar ile tekrar bir araya geldiğimde onların anlattıklarından belki zevk alabileceğim. Belki farklı şeyler konuşup farklı şeyler hissedebileceğim.
İsterdim ki en azından bazı şeyleri benim gördüğüm gibi görsünler.
İsterdim ki boğazı seyrederek derin bir nefes almaktan benim kadar zevk alsınlar.
İsterdim ki sadece hayal kurmak için saray burnunu bir başından bir başına yürüsünler.
İsterdim ki topkapı sarayında, dolmabahçe sarayında taşlara, duvarlara, merdivenlere dokunurken tıpkı benim gibi benden önce kim dokundu diye düşünsünler.
İsterdim ki sadece küçük bir çocuğu bile izlemekten keyif alsınlar.
İsterdim ki sinemaya, tiyatroya yada bir sergiye beraber gidip saatlerce konu üzerinde tartışabilelim.
Ama maalesef sadece ben isterdim. Tüm bunları benim gibi isteyecek birini daha bulamadım.
İstemeyene de istetecek gücüm yok.
Yalnızım, kocaman bir şehirde tek başımayım farkındayım kaybedilmiş bir ruhum var. Bunca yıl sonra bile yerini bulamamış bir ruh.

Bir kadının karşı koyamayacağı tek sesleniş ANNE

Bu iki hece
Bir kadın için hayattaki en değerli kelime
Benim sadece anneme söylediğim ama belki bana söylenemeyecek bir hitap
Bana göre sadece sahibine ait olan sıfat
Sabah sabah bir konuşma geçti arkadaşım ile aramızda o yüzden bu gün bana göre anne kelimesinin kime söylenmesi gerektiği konusunda yazmak istedim.
Mevzu şu
Bir arkadaşımın 2 yaşında bir yeğeni var. Annesi ve babası ayrıldı. Çocuk babasının ailesi ile kalıyor ve babaannesine ya da genel kullanılan tabiri ile nenesine anne diyormuş.
Kendileri Karadenizli ee çocuğun anasını da istemediklerinden babaannesine anne dedirtiyorlar. Ya da çocuk etrafında herkes o şekilde hitap ettiği için sesleri taklit ediyor. Ama hiç kimse çocuğu düzeltmiyor..
İsyan ettim bir kadının hayatta taşımaktan en çok zevk aldığı, sadece ona hayatta en değer verdiği varlığın diyebileceği bir hitabı kendi annesi veya kayınvalidesi ile paylaşması bir anne olmasam bile benim de zoruma gitti.
Düşünün 9 ay onu karnınızda taşımışsınız ona can vermişsiniz. Sonra o iki heceyi söylemesi için aylarca beklemişsiniz. Sonuç bir başkasına da aynı şekilde seslenmesine müsaade edilen bir çocuk,
Ben bencilim kendi çocuğum olsa bir başkasına anne dese herhalde ölürüm diye düşünüyorum. Bir kadının hayatta paylaşamayacağı tek şeyi bir başkası ile paylaşmak zorunda bırakılması çok üzücü.
Tamam doğurmak sadece anne yapmaz
Büyütende annedir.
Ayrılıp gitmiş ee çocuk ne yapsın diyeceksiniz
Hatta bölgesel olarak bu tür hitaplar bizde de var diyebilirsiniz.
Amaaaaaaa
Bir çocuğun sadece bir tane annesi vardır. Ve sadece ona anne diyebilir. Ve bana göre annesi uzakta da olsa hiç görmese de hep onu arar. Hep ona seslenir.

9 Aralık 2010 Perşembe

Enya ile başlayıp, Mustafa Ceceli ile biten rüyalar aleminde Comparsita'nın eşlik ettiği TANGO

Dün gece saat 10’da yatağın yolunu tuttum.
Bir uyku çöktü ki sormayın gitsin.
Yatağa kafamı koyar koymaz uyuyacaktım hesapta.
Amaaaa
Uykum aydı. Aymakla da kalmadı sağa sola dönmekten helak oldum.
Oda yetmedi uyuz olmuş gibi kaşınmaya başladım. Ben çok fazla sıcaklayınca kaşınmaya başlarım bu yüzden yorganın üzerine serdiğim battaniyeye kaldırdım. Belki serinleyince uyurum dedim ama nafile gene uyuyamadım.
En sonunda son birkaç yıldır uyuyamadığım zamanlar adet haline getirdiğim müzik dinlemekte karar kıldım. Mp3’ümü çantamdan çıkardım. Kulaklıklarımı taktım kapadım gözlerimi.
Enya’nın parçaları ile başlayan serüven sabah 6:30,7 gibi Mustafa Ceceli ile bitti. Kah uyandım kah uyudum. Uyuduğumu da şuradan anlıyorum benim mp3 alfabetik kayıt yapıyor. E den başlamış m nin sonuna kadar gitmişim. Arada çalan şarkıları parça parça hatırlıyorum ama bazılarını da hiç hatırlamıyorum.
İki kere uyandım biri telefonumun çalma müziği olan jasmine sullıvan’un bust your windows parçasında ki bilinç altım sanırım bunu telefon çalıyor diye algıladı çünkü irkilerek kalktım. Hatta elimi telefona falan attım ama kulaklıktan ses geldiğini anlamam biraz zaman aldı.
İkincisi ise comparsita çalarken oldu. Rüya görüyordum. Ama nasıl bir rüyayı, fabrikada çalışan bir kızla başlatıp arkasından newyork’ta beş minare filmindeki Mahsun Kırmızıgül ile bağladım onu anlamadım. Beni asıl hayrete düşüren ise fabrika da çalışan kızımızın üzerinde hani şu salon dansında kullanılan çaf çaflı açık mavi payet bir elbise ile tango yapması idi. Birde uzun örgülü siyah saçları kalmış aklımda her figüründe sağa sola savrulan. Laf aramızda süperdi. Mahsun abimizde kendisini uzaktan kesiyor. İşin komik yanı da Mahsun’u ensesinden görmemdi. Üzerinde siyah bir takım elbise beyaz bir gömlek vardı. Saçları yakasına düşmüştü. Filmin galasında Mahsun’un üzerinde siyah bir takım vardı. Çok yakışmıştı. Oradan anımsadım herhalde. Sonra müziğin ve dansın bu rüyada işine diyerek uyandım. Sanırım müziğin kulaklıklarımdan geldiğini algıladım o ara.
Başka rüyalar gördüm mü hatırlamıyorum belki gördüm, belki görmedim ama aklımda bu kalmış.
Sonuç bütün gece uyur uyanık geçen saatler sonunda şimdi gözlerim acıyor, uykum var ve başım ağrıyor.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Kralın dönüşünden sonra benim dönüşüm

lord of the ring's yani nam'ı değer yüzüklerin efendisi serisine taktım şu ara.
üç gündür bütün bölümleri izledim.
netten tolkein hakkında bilgiler okudum.
hikayenin geçtiği orta dünyaya daldım.
karakterleri inceledim. ki kafama bir soru takıldı. bütün filmde ki erkek karakterlerimizin soylarının devamında ilk önce mutlaka bir oğulları oldu. kızları oldu ise bile tolkein erkek çocuklarını tek tek anlatırken kızları es geçmiş. hatta kahramanların kızlarından çok gelinlerini yazmış.
kullanılan silahları inceledim. sting (ki şarkıcı sting'in adı bu kılıçtan gelirmiş) ve anduril (batının alevi anlamına geliyormuş) pek beğendiğim iki kılıçtı.
sonra youtube alemine dalış yaptım ve filmin silinmiş sahnelerini ki salaklık etmişim bu güne kadar bakmamışım baktım.
peter jackson ne işçilik çıkarmış gördüm. adam nerede ise bir bölüm daha çıkaracak kadar sahne çekmiş ama malum belli bir süreyi geçememekten dolayı kesmiş te kesmiş....
bir kaçı aklıma geldi. faramir ile eowyn'nin ilk karşılaşmaları ve yakınlaşmaları var.
sonra faramir ile abisi boramir arasında babasının yarattığı kıskançlıklar var.
sonra aragorn'un annesinin mezarında geçen bir sahnesi var.
aragorn'nun sauron ile konuştuğu bir sahne var kısaca var da var.
izlemeyeniniz varsa mutlaka izlesin. ingilizce bende bilmiyorum. çoğu ingilizce ama izlemek bile yekifli.

Kıskandım...

Efendim insan kıskanılır mı? Kıskanılır.
Esen benim Ankara’dan tanıdığım ama henüz yüzünü görmediğim bir arkadaşım.
Dün bloğunu okudum ve okurken ona imrendim.
Bana göre benim fazlaca özlemini ve eksikliğini duyduğum bir hayatı yaşıyor
Kendisi, eşi, ailesi ve arkadaşları tiyatro, sinema ve merak ettikleri yerleri görmek konusunda sınır tanımıyorlar. Acayip sosyaller yani.
Ve ben henüz sadece ilk üç maddesini yazdığım ölmeden yapılacak şeyler listemde, ki o listenin gerçekleşme olasılığı an be an azalıyor ama Esen isteklerini yerine getirecek kadar azimli biri.
Hani o yapıyor da siz yapamıyorsunuz diye uyuz olunabilecek tiplerden.
Esen’nin yapmak istedikleri listesinde bulunan
Amerika gezisini yaptı. Bırakın beni size sık sık yazdığım İskoçya ve Japonya gezilerini yapmayı sınırdan bile çıkabileceğim inancımı her an kaybediyorum.
Esen çok sevdiği sahne sanatlarının mükemmel bir temsilcisi olan ki Esen sayesinde ben de dün göz gezdirdim sitelerine http://www.cirquedusoleil.com/en/home.aspx#/en/home/americas/usa.aspx grubunu izlemek için vegasa gitti. Ben Andrea Bocelli’yi İstanbul’da izlemeyi hayal bile edemem. Bu güne kadar Emma Shaplin kaç kere geldi. Kendisini dinlemeye bayılsam bile konserine gidemedim.
Esen düzenli olarak tiyatroya gider. Bendeniz gidecek bir arkadaş bulamadığımdan bir türlü gidemedim. En son çocukken gitmiştim galiba.
Esen sinemaya gider. Bende giderim evimin iki sokak altında o yüzden yalnız yapmayı becerdiğim işlerden biri. Net’ten biletimi alır seans saati yürüyerek gider filmi izler dönerim.
Esen resim sergilerine gider mi? Bilmem ama ben taksime çıktığımda ya da sokakta sergi gördüğümde mutlaka giderim.
Sonuçta keyif aldığımız basit beş maddenin sadece ikisini yapabiliyorum. En çok istediklerimi ise Esen yapabiliyor bu durumda kıskanmak doğru değil mi sizce?
Üstüne üstelik esen bunları eşi ve arkadaşları ile paylaşıyor ben arkadaşlarıma hadi tiyatroya gidelim desem, ya da klasik müzik konserine, ki bir seferinde zorla operada ki hayalet’in filmine götürmüştüm bir arkadaşımı filmin nerede ise yarısında uyudu hadi başka işimiz yok mu derler sonuçta sinema’ya bile gitmeyen kişilerin bu tür aktiviteleri olması da garip kaçardı.
blog'un temasını değiştirmeye karar verdim.
tabii şu anda biraz yoğunluktan yapamıyorum ama gün içinde mutlaka değiştireceğim.
ve dün bir süredir tanıdığım ama bu kadar çok ortak noktamız olduğunu bilmediğim bir arkadaştan ve onu neden kıskandığımdan bahsedeceğim.

7 Aralık 2010 Salı

HABER

evdeki iç savaş karşılıklı çıkarlar doğrultusunda ortak bir anlaşmaya varılarak son buldu.
aslında son bulduğuna şüpheliyim ya neyse sanırım ikiside baltaları şimdilik gömdüler.
eee madem gömecektinizde benim neden bir günümün içine ettiniz.
biliyorum bir çoğunuz bu nasıl kız ailesi hakkında böyle şeyler konuşuyor diyordur.
inanın bizim evde tartışmalar uzun zaman önce rutine bağlandı.
çünkü ben hayatım da bu kadar alıngan varlıklar görmedim.
ha o rutine alışmayan benim zavallı beynim bu arada.
garibim onların tartışmalarını, offlamalarını, puflamalarını çekmeye hala alışamadı.
eskiden kaçar saklanırdım, yada mp3 takar şarkı dinlerdim.
ama şimdi yapamıyorum geri geldiğimde yada kulaklıkları çıkardığımda hiddetle bir duvarmış gibi herşeyi önüme koyuyorlar bende çarpıyorum.

6 Aralık 2010 Pazartesi

İÇİMİ YAZARAK BOŞALTIYORUM

Keyifli bir şekilde başlayan hafta sonum gene bir facia ile noktalandı.
Diyen gerçekten doğru demiş star kaprisi falan boş en büyük kaprisler insanın yaşlanınca yaptıkları, eşini veya çocuklarını delirtme aşamasına geliyor.
Sevgili annecim ve babacımdan bahsediyorum. Sinirlerim gene tavan yaptı dün.
İncir çekirdeğini doldurmayacak bir saçmalıktan dolayı birbirlerine girdiler. Sonuç zaten uzun zaman önce ayrılan yataklarda yerler değiştirildi sadece.
Düşünüyorum da biz mi farkında değildik daha önce görmediklerimizi mi? şimdi görebiliyoruz ya da insan yaşlandıkça bu kadar mı huyu değişiyor. Annem de aşırı bir inatçılık boy göstermeye başladı hatta afiften bir kin tutma, babam da da acayip bir saygı takıntısı başladı.
Annem kendisine söylenen yapılan hiçbir şeyi unutmayıp eline geçirdiği ilk fırsatta ortaya atması sonucu gene dün ortalık karıştı sonra mevzuu döndü dolaştı asıl konuya geldi. Meğerse sevgili babacım kendisine yapılan bazı hareketleri saygısızlık olarak görüyormuş. Bende dayanamadım dün lafı soktum en sonunda sana yapılan küçük şeylerle mi dedim duyulan saygıyı ölçüyorsun. Bir sürü şey saydı. Peki dedim dedikleri yaparsak sana saygı duyduğumuzu mu düşüneceksin eğer bunu bu şekilde göstermemizi bekliyorsan çok yanılıyorsun dedim. O sadece bir kandırmacadır. Sadece kendini kandırırsın.
Başkalarının çocukları, karıları laf çevirmiyormuş onu, bunu yapmıyormuş. Hadi dedim bana inanmazsın çünkü sana göre benim arkadaşlarım o hal yaşıyor kardeşlerime bir sor bakalım dedim. Başkalarının çocukları karıları neler yapıyormuş.
Ben 32 yaşındayım, bir kardeşim 31 diğeri 25 yaşında babamın arkadaşlarını çocuklarının hepsi 20-25 yaşları arasında evlenirken biz hala bekarız ve dolayısı ile yetişkin olarak kendi kararlarımızı verme gibi bir durum ve kendi doğrularımız doğrultusunda verdiğimiz cevaplar var. 10 yaşında çocuklar değiliz artık en iyisini babamız bilir durumu söz konusu olamaz ama sevgili babacım hala bizi 10 yaşında görmeyi tercih ediyor ve hala ben ne dersem o diyor. Sonra da sorumluluk almıyoruz diye söylenmeye başlıyor.
Yok öyle bir şey eğer kendi doğrularımızı söylüyoruz diye saygısızsak, yanlış bildiği konusunda onu uyarmamız saygısızlıksa evet saygısızım.
Ama normaldir benim babam sorumluluk almayı evde iki düşmüş vida görüp onu sıkmak olarak algıladığından ortak bir nokta bulmamız çok zor.
Birde acayip bir kıskançlık var annemin gözünde biz ve o varız biz ne istersek yapan annem o istediğinde yapmıyormuş. Oysa onun dediğini önce yapacakmış. Sen dedim ne dediğinin farkında mı sın? ebeveyn olmadım henüz belki de hiç olmayacağım ama bilirim ki eşler arasında birbirlerinden önce çocuklar gelir nasıl dedim senin için eşinden önce çocukların gelirse önce can sonra canan durumu onun içinde senden önce çocukları gelir vay efendim olamazmış. Doğanın kanunumu değiştireceksin. Ama evet değiştirmeye uğraş veriyor. Ebeveynler arasında adem ile havva’dan beri gelen önce anne kuralı babam için geçerli değil ya sen zaten çocuğun olduğu gün 1-0 yenik oluyorsun. Sorarım size kaç tane çocuk annesini tercih etmez babasına karşı 100 de 5 belki o kadar bile yok. Ana gibi yar olmaz boşuna dememiş atalarımız.
Bunu bilmesine rağmen ve yaşı, sağlık durumu söz konusu olmasına rağmen anneme ve bize meydan okuyorsun dahası kaybedeceğin bir savaş uğruna, kaybetmeye mahkum olduğun bir savaş uğruna ve bizim senin yanında olabileceğimize bu kadar eminsin ama bizi gözünde hala 10 yaşında gören bir baba için bu normal ona göre bizim kafamız basmıyor ona göre doğru ya da yanlışı ayıramayız ona göre kendi kararlarımızı kendimiz veremeyiz.
Oysa kendini öyle bir açmaza sokmuş ki bizim büyüdüğümüzü, kendi düşüncelerimiz olabileceğini görmüyor. Acı olanı bizi tanımıyor tanımaya bile çalışmıyor. Saygıyı sevgiyi farklı şekilde ölçüyor. Gerçi onun da tüm bu kusurlarını sayarken farkındayım ki oda birinden örnek aldı. Babasından….
Ne demişler ne ekersen onu biçersin ama sevgili dedecim erken göçtüğünden onun yerine biz çekiyoruz ve dahası babam da yavaş yavaş kendi ektiğini biçmeye başladı bunun farkında değil.
Farkındayım bütün problem noktalarımın kesiştiği yol babamdan geçiyor. Ama sorarım size beş kişilik bir ailede dört aynı fikirde ise hatalı ve sorunlu kimdir?

2 Aralık 2010 Perşembe

farkettim ki arada buraya saçma sapan sözler yazıyorum.
hatta yazının başı ile sonu arasında bir bütünlük bile olmuyor.
haddinden fazla saçmaladığım tüm yazılar için
kusuruma bakmayın o gün yazma değil acilen paylaşmak
güdüsüne sahip oluyorum.

29 Kasım 2010 Pazartesi

off off
kötü bir hafta sonu geçirdim.
sinirden uyku bile uyuyamadım.
tek iyi tarafı okuduğum kitabı bitirdim.
romantik kitaplar okuyan bendeniz gene kendimi kitabın erkek karakterine kaptırmadan edemedim
adamın adı bile çekici FALCON
kitabın adı kalbimin tek sahibi virginia henley yazarı, çok ama çok güzel bir hikayesi olsada beni etkileyen falcon oldu.



















bak şimdi merak ettim. neden kitapların yada filmlerin baş karakterleri her zaman yakışıklı ve inanılmaz özelliklere sahiptir.
hiç çirkin bir karakter yokmudur.
sonra düşündüm biraz eskilere gittim. bir zamanlar trt'de bir dizi vardı.
güzel ve çirkin hatırlayan hatırlar vincent aslan adamımız.
çirkin mirkindi ama karizmatik süper bir adamdı.







gerçi eski bir klasikten geliyordu hikayesi ama bizim karakterimiz hiç bir zaman yakışıklı prens olmamıştı.





biz onu öylede sevmiştik.
bu arada uzun zamandır aradığım eski bir filmi buldum geçen gün. sevgili youtube'umuz normal açılınca kısıtlamalardan yırtıp aradığımı bulmam kolay oldu. hatta tam bir raslantı oldu.
filmin adı acapulco bay













konusu güzeldi. yakışıklı bir erkek , güzel bir kadın
aşk, entrika kısaca ne ararsan var. filmi türkçe bulamadım. o yüzden yüklenen dillerde izledim videoların bazılarını. gülmekten kırıldım izlerken. hatırlıyorum da o başladımı işi gücü bırakır televizyonun başına çökerdim. tony ah tony ben ne aşıktım o zamanlar bu adama. şimdi seğredince bir gerip geldi. tabii çekimler eski ve görüntü pek içi açısı değil. eee yabancı bir dille izlemekte pek cazip olmadı. ama beni asıl güldüren.
adamın tüm muhteşemliğinin yanısıra kıyafetler oldu. tanrım neymiş onlar ya. miami vıce da ki gibi kısa bilekte pantalonlar, ceketin altına giyilen tişörtler, gömleğin altına giyilen yüksek bel pantolonlar hatta eski ince ekmerler. ayakkabıları unuttum onlarda genelde eski bez ayakkabılar vardı yazın giymek için o tarzda.
tony bir bölümde silahı beline koyuyor pantolonun beli o kadar yüksekteki adamın nerede ise göğüslerine değiyor silahın kabzası.tüm bu olumsuzluklara rağmen genede türkçesini bulsam tekrar izlerdim. gerçekten çok ama çok güzel bir diziydi. bulduğuma sevindim.









27 Kasım 2010 Cumartesi

Ne Mutlu Türküm Diyene

Ne dir bu saçmalık bu riyakarlık anlamadım.
Her gün bize kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, nasıl buralara geldiğimizi hatırlatan vatanı ve milleti için kan dökenleri andığımız her sabah okullarda okunan Andımız ve 10 yıl marşına uzanan diller nedir.
Kimlikleri adına özgürlük istediler kürdüz dediler baştakiler eyvallah dedi. Önce isimler değişti sonra devlet televizyonunda Kürtçe yayına başlandı. Her yerde kürt olduklarını bağrına bağrına söylemelerine izin verildi.
Şimdi kendini bilmez bir milletvekili olan şahsiyet ki milletvekili olurken ettiği yemini göz ardı ederek varlığı niye Türk varlığına armağan olsunmuş kendisi kürtmüş diye ortaya bir laf attı. Senin gibi bir pisliğin varlığı zaten bu ülke için lazım değil ama seni oraya getirenler utansın.
Bizimde kendini bilmez hükümetimiz ve milli eğitim bakanımız özgürlük, insan hakları, Avrupa birliği diye öne sürüp bize her gün Türk olduğumuzu hatırlatan andımızı ve marşımızı ortadan kaldırmaya çalışıyor.
Daha da vahimi İstiklal marşımızı bile isteğe bağlı okunması konusunda tavsiyeler çıkıyor kuruldan.
Kimsiniz? nerden geldiniz? ne siniz bilmiyorum. Ama bildiğim tek şey cebinizde TC vatandaşı nüfus cüzdanı taşıdığınız sürece bu ülkenin vatandaşısınız ve sizler o bayrak dalgalandıkça benim ve benim gibi düşünenler yaşadıkça bize kimliğimizi, nerden geldiğimizi, kim olduğumuzu asla ama asla unutturamayacaksınız.
Çabanız bu yönde Avrupa, birlik sayesinde özünü kaybetmeye başladı. Ama biz Atamızın dediği gibi damarlarımızda öyle bir asil kan var ki Osmanlı ile başlayıp Atamızın ve bu ülke için kanını döken şehitlerimizin izinde devam edip bu ülke için gözümüzü bile kırpmadan can veririz.
Size ne Andımızı, ne Marşımızı, ne Bayrağımızı çiğnetiriz. Onlar için ölenlerin yerine bin kere daha ölürüz. Onlar için ölür aynı zamanda öldürürüz.
Hükümeti de kınıyorum bu konuda sırf oy kapmak için verdiği tavizlerin bedelini ödeyecekler. Gerçi vatan toprağını üç kuruşa elin yabancılarına satan şerefsizlerin böyle davranış ve tutumları olması doğaldır. Ama öyle bir noktadan vuruyorlar ki prangayı insanlara dini inançlarını istismar ederek onların kendilerini desteklemelerini sağlıyorlar.
Ben Türk doğdum.
Türk yaşadım.
Türk öleceğim.
Benden sonraki nesilde öyle olacak. Bir gün bu ülke değerlerinden vazgeçer, insan hakları, eşitlik diye onların istediklerini verirse bilin ki o gün bu ülke için kanlarını dökenler bir kez daha ölecektir.

25 Kasım 2010 Perşembe

İşte ben bu mekan için ölürüm

hani size daha önce yazmıştım hep iskoçyaya gitmek istiyorum diye. sırf bu isteğim dolayısı ile içinde ne kadar iskoçya geçen kitap, roman felan varsa okuyorum diye işte geçen hafta aldığım kitaplardan biri olan monica mccarty'nin eseri asi'de iskoçyada geçiyor. üstelik gerçek olan bir mekan ve gerçek bir iskoçya klanının geçmişi anlatılıyor. tabii ki yazılı kaynaklar yetersiz olduğundan romanın bir kısmı gerçek bir kısmı uğdurma.
neyse kitabı az önce bitirdim tabii ki bu hikayenin kaynakları ile ilgili kısımlar kitabın sonunda yazılı idi. ve romanın geçtiği mekanları görmenizi istedim.
iskoçyayı bu güne kadar bölge bölge incelememiştim. genel bakmıştım. ama şimdi düşünüyorumda madem bu kadar meraklıydım neden yüzelsel bırakmıştım bakış açımı. bunların hepsi mazeret sadece neyse.
aşağıdaki iki resimden ilki iskoçyanın kuzeyinde bulunan sky adası
ikinci ise bu adada bulunan ve halan ayakta olup otel olarak hizmet veren oldukça romantik bir yer olan dunvegan kalesi yani macleod klanının evi.




sky adası
dunvegan kalesi

24 Kasım 2010 Çarşamba

TARÇIN ÖLDÜ

Çalıştığım yerin bahçesine giren bir sokak köpeğiydi tarçın.
Ona bu ismi verdik. Ortimin oğulları verdi daha doğrusu.
Yaklaşık 4 aydır bakıyorduk.
Kocaman olmuştu. Bizi her gördüğünde üzerimize atlıyordu.
Hatta daha bir saat önce yesin diye bir şeyler bırakmıştım klübesine.
Ona derme çatma bir klübe bile yaptık.
Ama o kadar baktığımız büyüttüğümüz tarçın'a öz önce araba çarptı.
Salmıştık gezsin etsin diye ama aptal bir şöför yüzünden şu anda caddenin kenarında dört bacağı kırık olarak yatıyor.
Ölmeye bir nefes kaldı. Biz vuralım ölsün dedik.
Karakol olmaz dedi.
Belediyeyi çağırdık mesai bitti dediler.
Hayvan oracıkta can çekişiyor.
Öldü en azından ölmek üzere ama acı çekmeden ölmesi için bir şey yapamıyoruz.

23 Kasım 2010 Salı

Kızgınım
Kırgınım
Dargınım
Kime mi? Aslında hayatın kendisine
Kardeşim arife günü işten ayrıldı. Daha doğrusu çıkarıldı. Oraya onu bir arkadaş aracılığı ile ben yerleştirdim. İki amacım vardı. Onun adam gibi bir işte ben ve abisi gibi çalışması ve eğitimini aldığı ama benim her gün keşke başka şey okusaydı dediğim metal işlerinden uzaklaşması için, kimsenin işine laf söylemek istemem ama yağ kirden annemi kurtarmak içindi. İstediğim tek şey annemi onun kıyafetlerini yıkamaktan kurtarmaktı.
Neyse işten çıkartıldı ama tek mazeret sunulmadı çünkü hatalı değildi.
Suçu yeni açılan bir şube olan çalıştığı yerde düzen oturana kadar gece gündüz aralıksız emek harcaması hatta kaç gece eve gelmeden orada zaman geçirmesiydi.
Suçu yeni bir bilgisayar programını bilgisayar programcılığını az çok biliyor diye daha iyi kullanmasıydı.
Ama yapamadığı şey neydi biliyormusunuz?
Yeni gelen müdürüne yalakalık etmemek, işi hızlı ve doğru yapabilmek için uğraşıp onun fikrini almaması….
Neyse ama asıl sinirimi bozan babamdı gene her zaman olduğu gibi…
Sanki paraya ihtiyacı var ki en son ihtiyacı olan şey, bütün bayramı çocuğun burnundan getirmekle kalmadı, onun yüzünden asla çalışmak istemediği bir işte sırf babamın dilinden kurtulmak için çalışmak zorunda kalacak gibi gözüküyor.
Gerçi sevgili kardeşimde bir garip
Çabalama yok, bir adım ileri gitmek yok,
Ama nedenini biliyorum. Babama kırgın ve kızgın işte bu nedenle de sırf onunla yüz yüze gelmemek için ilk bulduğu işe bodoslama dalacak ve çekeceği eziyet sadece onu değil annemi de ilgilendirdiğinden benimde sinirimi bozuyor.
Dünden beri evde bilgisayar elinin altında sağa sola mail at bir sürü şirket var ama yok sağda solda dolanıyor laf söyleyince de kıyamet kopuyor.
Kabul ediyorum bende çabalamam ama benim ki artık bir yaşam şekli oldu. Uzun yıllardır aynı şirkette olduğum için ne uzarım ne kısarım mantığı ile hareket ediyorum. Yaşam şeklimi de buna göre belirledim sanırım.
Kardeşim 25 yaşında kilo sorunu onda da olduğu için askere gitmedi uzun zamandır çalışma hayatında ama hayatımda tanıdığım iş konusunda en kısmetsiz adam. İnanılmaz bir kısmetsizliği var bir yerde çalışırken ya orası kapanır, ya adam maaşları geç ödemeye başlar, ya da böyle manasız bir şekilde işten çıkarılır. Gerçi bu ilk ti hatta bugün şirketle bağlantısını kesmek için ana merkeze gitti. Oradakiler bile dalga geçmiş karşıya açtıkları şubeden sonra o kadar çok mu iş azaldı da bir ay öncesine kadar gece gündüz çalışan bir yer işçi çıkarmaya başladı diye tabii adamlar ne bilsin ki uyuz bir müdüre tosladıklarını
Kime neye kızacağımı şaşırmış durumdayım. Evet kardeşime kızgınım, babama da, o salak müdüre de….
Çünkü benim hayatımı da talan ediyorlar, tam her şey düzene girdi artık rahatım dediğim noktada bam kocaman bir duvara çarpıyorum. Kardeşimi adam gibi bir işe sokup kafamdan atmadığım sürece maddi olarak olmasa bile manevi olarak bana yük oluyor. Sürekli onun için endişelenmekten ve onu düşünmekten sıkıldım. Ama bu sıkıntımı ne ona ne başkasına anlatamıyorum ya da anlatsam da o beni anlamamakta direniyor. Arkamı dönüp gidemiyorum yok farzedip kendi hayatıma bakamıyorum.
Çok dertliyim yani bu konuda, maalesef başkalarının derdini sırtımda taşımaktan yoruldum artık…..

22 Kasım 2010 Pazartesi

9 günlük muhteşem bayram tatili sona erdi. Yapılması planlananlar kısmen yapıldı. Tabii planda olmayan bazı ek aktivitelerde yapıldı. Türk geleneklerinden biri olarak kabul edilen bayramda yeni şeyler giyme huyuna kendimi kaptırınca bayram arifesinde aşağıdaki harcamalar yapıldı.
Lcw’dan kazak, hırka, eşofman 80 tl
Mavi jeans kot pantolon 80 tl
Ca iki tişört, bir body 88 tl
Çanta 35 tl
Yan harcamaları yazmıyorum bunlar ana harcamalar.
Neyse
Cumartesi mesai bitiminden sonra eve gittim. Pazar ve arife günü ufak tefek birkaç işte anneme yardımcı oldum.
Bayramın birinci günü sabah erkenden kalkıldı. Ailenin erkekleri namazdan dönene kadar ev toparlandı son düzeltmeler yapıldı. Namazdan sonra hemen babam ve küçük erkek kardeşim kurbanı kestirmeye gitti. Büyük kardeşim arife gecesi arkadaşları ile Trabzon’a gezmeye gitti. Geçen kurban bayramında biz onu yalnız bırakmıştık bu bayram o bizi bıraktı. Duyduğuma göre güzel geçmiş tatili.
Babamlar kurbanı bizim evin hemen arka balkonundan gözüken kesim yerinde kestirdiler. Garibi alıp oraya getirdiler. Bir duygulandım sormayın gitsin. Onu getirmeden önce birkaç tane daha kurbanı getirmişler hatta hayvanlar rahat dursun diye bağlayıp yere yatırmışlar bizim akıllı kurbanımızda kendi başına da aynı olay gelene kadar diğer garipleri dürttü dürttü durdu ayağa kalksınlar diye.
Kurban kesildi. Evde ailecek bayramlaşıldı. Kahvaltı edildi. Bayram kahvaltıları beni öldürüyor bu arada. Gelenek işte illa bayram sabahı et yenecek kim çıkardıysa ki ben kahvaltılık haricinde başka bir şey yemeyi sevmem ama ne yapacaksın bende onlara uymak zorunda kaldım. Çorba, et yemeği, kapama, mantı tatlıya yer kalmadı. Şiştim.
Sonra ben annem ile babamı evde bıraktım kardeşimle çalıştığım firmanın kurban kesimine geldik. Sevgili patroncuğum her sene kurban keser bizim içinde ekstra bir hayvan alır siz kesin ya da kesmeyin önemli değil o hayvandan payınızı almak zorundasınızdır. O yüzden bende almaya gittim. Öğlen geldim. Dayıma gittik beraber. Kuzenim gelecekti erkenden eve döndük. Akşam kuzenler geldi takıldık. Ertesi gün babamın gezme krizi tuttu. Aslında bu sene bizi kandırıp İzmir’e götürecekti.
Biliyorum aklınızdan salak mısın neden gitmedin diyorsunuz ama sorun şu ki bizim ki belli bir noktaya gitmez bazen bir günde iki veya üç il bile gezdiğimiz olur. Yorgunluk cabası o yüzden bu sene gitmek istemedik. Ama gene de Avrupa yakasında tek gezmediği vilayet olan Kırklareli’ne gittik. Hepi topu yarım saat için 4 saat yol gittik geldik. Şehir merkezi minnacık bir yer 10 dakika da gezdik, yemek yedik dönmek için yola çıktık bu arada sevgili kardeşim sayesinde hız sınırını aşıp ceza yedik.
Dönüşte önce Hadımköye bizim diğer eve uğradık. Sonrada babamın halasına uğramak için Esenyurt’a gittik. Kadın 80 yaşında valla benden daha dinç bir yarım saat orada takılıp eve geldik. 3 gün evdeydim. Hiçbir şey yapmadım desem yeridir. Kalktık, yemek yedim, yattım.
4 gün sabahın 7 sinde kalktım büyük adaya gidecektim. Havaya baktım bir film olmaz dedim. Kıçımı devirim yattım yenide 8 e doğru güneş tepeme vurunca kalktım. Kardeşimle büyük adaya gittik müthiş yoruldum. Bilen bilir büyük tur ve küçük tur yapılır orada ben küçük turun tamamını yürüyerek yaptım. Eve dönüş için vapura binerken sadece ayaklarım sızlıyordu. Ama sonra evdeyken fark ettim ki anam her tarafım ağrıdan kopuyor. Saat daha 21:30 da yatıp uyudum. O günün harcama bütçesi de fenaydı.
Yol parası gidiş dönüş 20 tl
Mado’da kahvaltı 43 tl
Ayanikola da çay kahve 6 tl
Mado dondurma 15 tl
Cumartesi evdeydim. Aslında sinemaya gidecektim. Ama sonra vazgeçtim. Önce film izlemeye karar verdim sonra vazgeçtim kafayı vurdum yattım uyudum.
Pazar günü son gün olmasının keyfi ile kalktım. Kahvaltıdan sonra film seyrettim sonra forum İstanbul’a gittim. Saat 12: 30 du. Newyork ta beş minare filmine izlemek için bilet aldım. Saat 14 te seans olduğundan vakit öldürmem lazımdı. Tabii oraya gittiğimde uğramamam gereken yer olan D&R a girdim. 4 kitap aldım. Asi melekler, cehennemde balo geceleri, asi ve bir kitap daha aldım ama adını hatırlayamadım. Sonra mado ya gittim seans gelene kadar kahve içtim. Tiremusu yedim. Sonra da filme gittim.
Film güzeldi. Mahsun Kırmızıgül’ün film konusunda aldığı yol gerçekten harikaydı. Ve senaryoyu beğendim. Bir adamın babasının katilini öldürmek için yaptıklarını anlatıyor. Mahsun yani filmdeki Fırat’ın babası 1973 te öldürülmüş. Onu öldüren kişide Haluk Bilginerin oynadığı Hacı Gümüş adam Amerika da yaşıyor. Fırat adamı İstanbula getirtmek ve öldürmek için bir sürü yalana başvuruyor ki kendisi polis olması sebebi ile adamı işlemediği suçlardan dolayı suçlayıp kırmızı bültenle aratıp fbı a yakalatıp İstanbula getiriyor. Sonra da suçsuz olduğunu yanlış adamı yakaladıklarını söyleyip adamı serbest bıraktırıyor. Tabii bu arada babasını asıl öldürenin Hacı Gümüşün abisi olduğunu suçu sadece hacının üstlendiğini öğreniyor hacı da memleketini görmek istediğinden beraber Bitlise gidiyorlar. Orada fırat ailesine durumu anlatıyor. Dedesi kabullenmiş gözüküyor. Ve hiç beklemediğiniz bir anda bir silah sesi duyuyorsunuz ki ben gerçek zannedip yerimden zıpladım ve bütün salonunda yerinden zıpladığını gördüm sanırım onlarda aynı şeyi düşündü. Bu filmi karşılaştırabileceğim bir türk filmi yok maalesef bu yüzden güzeldi. Efektler, görsellik, konu, oyuncular ama Amerikan yapımları ile karşılaştırırsak eksikleri vardı. Ama gene de ellerine sağlık süper bir film olmuş. Harika newyork manzaları vardı.
Sinemadan çıktım eve döndüm. Aldığım kitaplardan birini okumaya başladım.
Sinema 14 tl
D&R kitap 75 tl
Mado 12,5 tl
Kısaca bayram toplam 470 ile 500 arası bir rakama maal oldu. Ama olsun gerçekten ihtiyacım varmış dinlenmeye ve harika bir havanın tadını çıkarmaya. Gerçekten yazdan kalma muhteşem bir havaydı.
Şimdi işteyim size de oradan yazıyorum . sabah sabah yoğundum ancak bitirebildim yazıyı.
Bir bayram tatili de böylece son buldu.

11 Kasım 2010 Perşembe


BEN O GÜLÜ DİKENLERİ ELİME BATA BATA SEVDİM

10 Kasım 2010 Çarşamba

Sana Atam

Seni ilk defa nerede gördüm hatırlamaya çalıştım bu sabah, fark ettim ki ben sanki seni doğduğum gün görmüşüm. İlk nerede gördüm nasıl gördüm hatırlamıyorum bile ama o mavi gözler, o sarı saçlar hep hayatımın bir parçası olmuş.
Seni unutturmaya çalıştıklarını fark ettim bu sabah, yıllarca biz seni sevmeyi öğrendik. Ailemiz, vatanımız, bayrağımız, marşımız gibi seni aziz tuttuk. “Hoş şimdi kendini bilmez şerefsizler okullardan bayrağımızı ve marşımızın okunmasını kaldırmaya çalışıyorlar ama karşılarında bizi bulacaklar” Sana edilen sözü anamıza, babamıza, kardeşimize edilmiş gibi kabul ettik. İyi söyleyenin arkasında kötü söyleyenin karşısında tek vücut olduk. Biz seni vatan toprağımız kadar çok sevdik. Seni sevmek bize öğretilmedi aslında biz seni tanıdıkça sevdik….
Oysa şimdi insanlar sokaklarda senin için bir dakika bile durup saygı duruşunda bulunmaktan çekiniyorlar. Bu sabah seni izledim. Naşının dolmabahçeden alınıp etnografya müzesine gidişini izledim. Çoluk çocuk, genci, yaşlısı, kadını, erkeği ağlamış ardından ama şimdi insanlar senden bir dakikalarını bile esirgerken ben bu satırları yazarken içimden ağlıyorum.
Seni çok sevdim o mavi gözler içime düştü, ben içine düştüm o maviliğin ama şimdi seni yok sayıyorlar. Yok saymaya çalışıyorlar. Senin çocuklarına, öğrencilerine artık senin bir değerin yokmuş sıradan biriymişsin gibi davranıyorlar.
Amerikalılar çocuklarına dinlerini öğretmek için noel baba gibi bir hayal yaratırken biz vatan sevgisini aşılamak için artık seni anlatmıyoruz çocuklarımıza ve çocuklar artık nesil ilerledikçe vatan sevgisini unutuyorlar. Vatana en büyük hizmet olan askerliği bile angarya görüyorlar.
Bu sabah senin için ağlıyorum, kendim için, ülkem için ağlıyorum. Seni bize içki masasından kalkmayan bir ayyaşmışsın gibi lanse edenler için ağlıyorum oysa onlar senin de insan olduğunu unuttular, seninde zaafların olabileceğini unuttular, onlar senin bütün yaptıklarını yok saydılar. Birebir yaptıklarını bir kenara koydular, bu ülke için akıttığın teri yok saydılar. Düşündüm o tepelerde, dağlarda o senin bize bıraktığın ve bizim en çok gurur duyduğumuz ama şimdi yok edilmek için emek verilen ordunla görev başında da olmayabilirdin. Dört duvar arasında bir odada bu ülkeyi yönetebilirdin. Ama yapmadın görevinden tek bir gün bile kaytarmadın. Sen lider olmak için doğdun, sen liderimiz, önderimiz olmak için Allah tarafından bize gönderildin. Onlar senin yaptığın iyilikleri görmek istemediler onlar senin yapmadıklarını görmeyi tercih ettiler. Bir zamanlar insanlar büstlerini gördüklerinde sana olan saygılarını gösterirken şimdi o büstleri taş parçaları yerine koydular. Oysa ben sadece iki ay önce huzurundaydım. Senin naşının olduğu anıtkabirde sana saygımı sundum. Yıllardır içimde taşıdığım hasretimi dindirmek için huzuruna çıktım. İnsanların sana karşı sergiledikleri bu tavırlardan dolayı ağlamak istedim. Gerçek mezarın olmasa bile o mozoleye insanların taş parçası olarak görmek istedikleri o mozoleye sarılıp hüngür hüngür ağlamak istedim.
Ben seni çok özledim. Hiç görmedim. Ama hergün senin varlığını hissettim, her gün güneş doğarken özgürce aldığım nefeste seni gördüm. Özgürsem senin sayende olduğunu bildim.
Sen olmasaydın bir başkası olacaktı. Ama sen oldun sen seçildin. Sen önderlik ettin ve bu halk senin arkandan tüm o kötü düşünenlerin haricinde kalanlar içten bir rahmet okuyup, içimizden biri bile seni bize verdiği için Allaha dua ediyorsa, biri bile arkandan tertemiz, içten bir Allah razı olsun diyorsa eminim ki rabbimizde o duaya istinaden seni gün geldiğinde koruyacaktır.
Dedim ya seni özledim diye anıtkabirin salonlarında senden izleri gördükçe, senin gerçek mezarını gördükçe sana ait olan bu yere dokunmanın verdiği hazzı yaşadım. Geçen sene dolmabahçede’ki odanda bulunan eşyalarına dokunurken varlığını hissetmeye ne kadar ihtiyacımız olduğunu fark etmiştim. Tablolarının olduğu salonda tablolarına bakarken onları sanki yapıldıkları ilk günkü gibi muhafaza ettiklerini fark ettim sonra fark ettim ki resimlerde o kadar canlıydın ki o kadar gerçek gibi duruyordun ki sanki o resimlerden çıkıp geldim hadi tekrar başlayalım hadi tekrar bu insanlara bir vatanlarının olduğunu hatırlatalım diyeceksin diye düşündüm. Sonra utandım, utancımı anı defterine üzülerek yazdım senin bıraktığın bu ülke için, kanlarını dökenleri yok saydığım için utandım. Bu gün bile senin arkandan gizli gizli ağlarken utandım.
Oysa isterdim ki tıpkı o naşının taşındığı gün gibi bu gün herkes seni yaad etsin, saygısını göstersin arkandan bir dua okusun ama olmuyor. Seni her gün içimizde biraz daha öldürmeye uğraştıklarını gördükçe kahroluyorum.
Seni kaybedersek, seni unutursak, senin öğrettiklerini yok sayarsak, senin kurduğun ordumuzu Mehmetçiklerimizi yok sayarsak ölücez. Ben dayanamıyorum sana edilen sözler o kadar ağırıma gidiyor ki seni unutursam Türklüğümüde unutacakmışım gibi geliyor.
Seni unutmamak için her gün güneşe bakmaya devam edeceğim.
Seni unutmamak için bayrağımıza bakmaya devam edeceğim.
Seni unutmamak için marşımızı söylemeye devam edeceğim.
Seni unutmamak için maviyi her zaman seveceğim.
Ama asla senden af dilemeyeceğim çünkü buna bile yüzüm tutmayacak kadar kendimden utanıyorum.


SENİ ÇOK AMA ÇOK ÖZLÜYORUM

9 Kasım 2010 Salı

BİR RUH ÇIĞLIK ATIYOR....

Biz Türkler için sınırlar özellikle konu kadın erkek ilişkisi ve seksse dillendirilmemesi gerekenler sınırlar listesinin en başında gelir.
Son dönemlerde basında fazlaca göze çarpan bir konu var. Aile içi cinsel istismar yani bilinen adı ile ensest ilişki. Bazen zorla, bazen isteyerek yaşananlar.
Son 10 yılda dikkatimizden kaçtığını düşündüğümüz bu olaylar artık nerede ise her gün basının bir parçası oldu. Kimi zaman modern şehirlerde kimi zaman kırsalda yaşandı bu hikayeler… Ve insanlar sebebini şuna yordular. Son 10 yılda ülkenin başında olan parti sayesinde halkımız nedense daha önce dinsizmiş gibi davranıp dört elle dinine sarıldı. Ve bu konuda basında yapılan haberlerden sonra etrafımda şöyle bir konuşma dolaşmaya başladı. Bunu yapan ya da yaşayan insanlar dini inancı zayıf hatta hiç olmayan tabiri caiz ise hani şu gece klüplerinden çıkmayan nerde akşam orada sabah yaşayan, her gece başka başka insanlarla olan, içen, sıçan ve dini görevlerini yerine getirmeyen ki yapıp yapmadığını bilmediğimiz halde ahkam kestiğimiz insanlardan diye değerlendirildiler.
Oysa tabloya baktığınızda bunun ne yaşam şekli ile nede dini inançlarla bir bağlantısı olmadığını görüyoruz. Bu insan olmak ile alakalı, insan olmayı becermek ile… İnsanın kendi kızına ya da oğluna böyle bir şeyi yapabileceği aklımıza hayalimize sığmıyor. Ama basında küçük hikayelerin altında insanlık tarihi kadar eski zamandan beri bunların yapıldığı hatta ülkemizde yaşandığı ama bizim hep konuşulmayacak sınırlarımızın arasında kaldığını bildiğimizden dillendirilmeyen bir konu olarak yerini aldı.
Geçen gün bir yazıda okudum babaları kendi kızının önünde oğluna cinsel istismarda bulunuyormuş. Her iki çocukta bir şey söyleyemiyormuş annelerine ya da başka aile büyüklerine… Çocuk, kız kardeşine bir şey yapacak diye korkusundan ne yaparsa razı oluyormuş babasına, kızsa küçük olmasının verdiği korkuyu yaşıyormuş ama her gün babasının ölmesi ve abisinin kurtulması için dua ediyormuş. Bir gün babası ölmüş sevinemedim diyor oysa o günün benim ve abim için bayram olması gerekirdi diyor ama aynı kazada abimide kaybettiğim için yıllarca benim dualarım yüzünden abiminde öldüğünü düşündüm diyordu. Bu olayı üzerinden 15 yıl sonra ancak psikoloğa gidebilmiş oda başka bir konuda gitmiş ama kadıncağızın sıkıntısının nedeni meğerse bu yaşananlarmış. Bu sadece küçük bir örnek ya hiç kaleme alınmayan örnekler onların yaşanmışlıkları….
Ve dışarıdan baktığınızda basına yansıyan resimlerde gördüğünüz o yüzler sıradan aileler, yapan insanlarda tutucu karısına yada kızına yan gözle baktırmayan görüntüde örf , adet ve anenesine bağlı kişiler. Kendilerini iyi aile babası yada iyi bir anne gibi lanse eden kişiler oysa evlerinin dört duvarı arasında yaşananları kimse bilmiyor. O evin dört duvarının arasına kalan sırları, acıları, yaşanmışlıkları küçücük bir bedenin şaşkınlığını, o bedenin bütün ruhunun kirletildiğini, yaşananların bütün hayatını etkileyeceğini bilmiyorlar. Bizde bilmiyoruz. Aslında, bunları yazarken şimdi düşünüyorum da bu tip istismarları kız çocukları daha çok yaşarmış gibi gözükse de aslında bence erkek çocukları daha fazla yaşıyormuş gibi bir his doğdu içimde. Neden bilmem kızlar bu tip bir şeyi yaşarsa ortaya çıkması söz konusu olabilecek, ama erkek çocuklarında bunun ortaya fiziksel olarak çıkma olasılığı nerede ise yok. Kapalı kapılar ardında bu tip muamele yapılmış bir erkek çocuğunu düşünmek şu anda bile bedenimi acıtıyor, ruhumu yaralıyor. Sonuçta kız ya da erkek her ikisi de ezilmiş, un ufak edilmiş bedenler oluyorlar. Yaşananlardan sonra kendisini toparlayan, normal hayata dönen elbette vardır. Ama ya dönemeyenler hayatları boyunca bu yükü bedenlerinde, ruhlarında taşıyanlar onların hesabını kim verecek.
İçimde bu konuda yazacaklarım bitmedi, ama her kelimede nefretim, acım artıyor o yüzden kelimeler dağılmaya anlamsız olmaya başlamadan bitirmem gerekiyor. Ve ben, sen, biz, siz, hepimiz sadece bu tip olayları okuduğumuzda tek yapabildiğimiz üzülmek. Peki ya onlar neler yaşıyor biliyor mu yuz?
Kocaman bir HAYIR.

5 Kasım 2010 Cuma

DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN DENİZİM


DENİZİM SENİ ÇOK SEVİYORUM

1 Kasım 2010 Pazartesi

BİR SAVUNMA MI ? BENCE FARKLI BİR BAKIŞ AÇISI

Cumartesi gecesi iki kız arkadaşımla beraber alışveriş merkezine gittik. Yemek yedik, fazlaca üşüyünce çikolatalı salep içtik, birkaç mağazaya bakındık sonra bowling oynamaya gittik. Laf aramızda 10 sene sonra bowling oynamaya kalkınca fark ettim ki baya paslanmışım.
Ama kafama takılan konu sohbette bir yerden sonra benden bahsedilmesiydi. Kabul ediyorum. Biraz garip biriyim babamda öyle eski kafalı denen adamlardan. Paranın har vurulup harman savrulmasından haz etmez. Ona göre sadece lazım olan şeyler alınmalıdır. Bu yüzden her ay bana belirli bir harçlık verir geri kalanını bankaya yatırır. Paran var mı var. Kendine ait bir evin var mı var. Pekala diyorlar neden sıkıntı yaşıyorsun.
Aslında temel nokta babamın bakış açısı yazdığım gibi onun mantalitesi lazım olmayan bir şey alınmaz. Vitrinde gördüğün bir anlık bir bakışla seçtiğin şeyler doğrumudur.
Bende sanırım aynı açıyla düşünüyorum. Kahverengi giyeceğim diye illa kahverengi ayakkabı almam lazım diye düşünmem. Aslında çantam, ayakkabım, mantom, ceketim hep siyahtır. Çünkü öyle renkli renkli giyinmeyi en azından dış görünüşümde renk uydurmayı sevmem siyah her renkle uyar bana göre buda bana yeter.
Temelde aslında süslü püslü giyinmeyi sevmem giyinmek benim için bir tişört bir gömlek bir pantolon ya da bir etektir.
Daha öncede söyledim kilolu bir bayanım bu yüzden büyük bedene yönelik şeyler tercih ediyorum. Ama mağazaları gidin büyün beden için tasarlanan bütün ürünler ben buradayım dercesine renkli ve süslü ben o tarz şeyleri sevmem bir tişört bir pantolon çok bile bana
Ha özel bir yere mi gidilecek işte o zaman giyinirim.
Ama paramı asla giyemeyeceğim ya da birkaç kez giyip sonra bir daha giyemeyeceğim şeylere vermem. Ki vermişliğim vardır.Kazak azıcık tüylendi diye onu atmam. Ya da ne bileyim ayakkabım azıcık çizildi diye yenisini almam. Bu sene taba moda diye gidip çanta ayakkabı mont almam.
Hala ortaokulda okurken aldığım kazaklarım durur hala onları giyerim.
Aklıma şu geldi sanırım insanlar benim para sıkıntım olduğunu şuna yoruyorlar. Uzun zamandır üzerimde hep aynı şeyleri gördüklerinden zannediyorlar ki almıyorum. Evet alıyorum ama öyle köklü değişiklikler yapmam bazen gider birkaç tişört alırım. Bazen kazak sezonu başında ya da ortasında ayarlar bir seferde alırım. Çantalara ya da ayakkabılara insanların maaşları kadar para vermem hadi ayakkabı neyse de çantalara verilen paralara acıyorum. Şu anda kullandığım çantamı 20 liraya almıştım. Çok da severek kullanıyorum. Ama fermuarları bozuldu. O yüzden şimdi yenisini arıyorum. Ama belli bir model aradığım içinde bulmak zaman alıyor.
Ben paramı kitaplara harcarım, sinemaya, müziğe, gezmeye yeni yerler görmeye harcarım kardeşimle ya da arkadaşlarımla geçireceğim birkaç saat için harcarım. Her ay sonu kredi kartı ekstrelerim de üst baş yerine bu tip harcamalar vardır.
Yani bütün maaşımı kendi cebime koysam bile ben onu bunu alacak bir tip değilim. Arada lazım olmuyor mu elbette oluyor. Bazen üst baş almaya gittiğimde bütçemi aşmam gerektiği durumlarda ya da kuyumcunun vitrininde çok hoş bir yüzük yada künye gördüğümde evet gerçekten gerekiyor ama bilmiyorum. Sanırım ben gene paramı kendi bildiğim yollarla harcamayı tercih ederdim herhalde. Onlara da bunu anlattım. Neden dediler
Dedim nerde giyeceğim. İş yerimiz en azından benim bakış açımdan öyle süslü püslü giyilecek bir yer değil. İnsan kendisi için giyinir dediler. İyide ben kendim için sadece hafta sonralı giyiniyorum. Oda spor oluyor genelde. Az evvel denizin yazısını okudum. O şöyle demiş. Tam dediğini yazamayacağım ama aklımda kaldığı kadarı ile küçükken vitrinler yerine kitapçılarla tanıştığını söylemiş bende sanırım aynı şeyi yaptım. Bir cafe de oturup kitap okurken yanında kahve içmek kadar yada yeni bir yer gördüğünde orayı baştan aşağı incelemek kadar zevk aldığım bir şey yok.
İşin aslı temelde ne kadar böyle olduğum için babamı suçlasam da paramın hepsini bana verse de ben öyle pahalı günlük kullanımlı şeyleri almayı beceremeyecek kadar acayip biriyim. Ve ben kendimi biliyorsam ilk önce kendimi bir kitapçıya atarım.

29 Ekim 2010 Cuma


CUMHURİYET BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN

28 Ekim 2010 Perşembe

yanında çalışanın hakkını yiyen
başkalarının hakkını yiyenden daha günahkardır
çünkü bilmeden yada farkında olmadan bunu yapmıyordur
bilerek bunu yapıyordur

26 Ekim 2010 Salı

hiçbir zaman politikadan hoşlandığımı yada bildiğimi ima etmedim bu güne kadar.
anlamam siyasetten, sevmemde
ülkem için hizmet veriyor gibi gözükselerde siyasetçileride sevmem o yüzden de hiç birini dinlemem.
oy verirmiyim. o kadarını yaparım.
neden mi bunları yazdım. bu sabah iş yerinde ki arkadaşım ile aramızda bir konuşma geçti. bana filmlerin yada oyuncuların fan siteleri ile ilgilendiğim hatta sürekli dizi izlediğim için çıkıştı. bir şey yapmıyorsunuz dedi.
eyvallah dedim. haklısın ben siyasetten anlamam, ne bakanların ne siyasetçilerin adını bilmem say desen bugüne kadar ki cumhur başkanlarını bile sayamam
pekii sen biliyorsunda ne yapıyorsun dedim.
yapıyorum dedi
ne yapıyorsun dedim.
hiç bir şey sadece konuşmak.....
bir kaç siyaset meraklısı ile bir araya gelip sadece çene çalmak. başka bir şey yok. boş, hatta fos
neden siyasetle hiç ilgim olmadı, neden hep kültürel sinema,müzik,resim gibi olaylara daha meraklıyım
sanırım kaypaklığı sevmiyorum. birde çabaların boşa gitmesini sevmiyorum. kendinizi inandığınız şey konusunda paralıyorsunuz, partinin yada şahsi fikirlerinizi kabul ettirmek için çabalıyorsunuz elde ettiğiniz şey en fazla seçimlerde bir oy.
dedimya siyaseti sevmem ülkemin bu halinide sevmem ve hayatta en çok sevmediğim şey boşa kürek çekmektir.
bende bu yüzden boşta kalan zamanlarımı boş siyaset yapmaktansa, sokaklarda elde edemeyeceğin bir şeyin peşinde koşturmaktansa kültürel olarak harcıyorum.
çünkü bu ülkenin gerçeğidir. iş gaza gelince arkanızda binlercesi vardır. ama icraata gelince iki kişiyi bulmazsınız.
ben bu konuda fransız gençlerinin sonuna kadar destekçisiyim kim ne yaparsa yapsın sonuna kadar direniyorlar.
mazeret değil ama günde 11 saat çalıştıktan sonra inanın bana o kaypak siyasetçileri hiç çekemem kafamı dağıtıp bir sonraki güne zinde başlayabilmek için dizi seğrederim, müzik dinlerim, kitap okurum.
çünkü ben onlar gibi bir halt yapmadan oturduğum yerde ayda 10000 tl maaş almıyorum. çünkü ben emek veriyor çabalıyorum. ama kimsenin ekmeğine el uzatmıyorum.
bir gün siyasetçiler gerçekten bu ülkeye hizmet ettiğinde işte o gün bende siyasetle uğraşacağım.




paramore'a teşekkürler

25 Ekim 2010 Pazartesi

moralim bozuk
aslında neden bozuk bilmiyorum uzun zamandır bildiğim bir gerçek yüzüme vurulduğu için evet bunun için bozuk sanırım
biliyorsunuz bu bloğa ilk yazmaya başladığım zaman kilo vermeye karar verdiğimi ve bununle ilgili gelişmeleride sizinle paylaşacağımı yazmıştım.
ama araya giren ramazan sayesinde kilo verme işi kulenin tepesinden yuvarlandı.
ama bugün doktorum ne olursa olsun kilo vermek zorunda olduğumu söyledi.
hatta diyetisyene yönlendirmek istedi ama
ben öyle bir yerde çalışıyorum ki diyetisyenin dediğini ne yapacak ne yaptıracak yerim var anlayacağınız tökezledim
ama ne olursa olsun kilo vermek zorundayım.
ve aşamalı olarak çözmeye çalışacağım kısacası ağzımı kapalı tutup abur cuburdan uzak duracağım..

18 Ekim 2010 Pazartesi

Avatar Special Edition

evet dünyanın ilk 3 boyutlu filmi olan avatar'ı ikinci sefer, eklenen 10 dakikalık bölümü ile izledim. keyifli idi. gerçekten eklemeler süper olmuş. james cameron'un yerinde olsam bu hali ile filmi vizyona sokardım.
bir sürü sahne eklenmiş ki gerçekten yerinde eklemeler olmuş. ama filmi seğrettikten sonra kafam da şu soru belirdi. acaba diğer çekilip'te eklenmeyen sahneler neler içlerinde neler var sanırım bunu görme şansımız hiç olmayacak bu açıdan da üzücü.
ben daha önce avatarı imax 3d olarak izledim. izleyici olarak imax 3d gerçekten harika bir tercihti. yeni versiyonu real 3d olarak izleyince aradaki farkı anlamanız daha kolay oluyor. real 3d'de ekranın kenarlarına denk gelen görüntüler bulanıklaşıyordu. ayrıca 3 boyut vermek için kullandıkları cisimleri ekrana yansıtırken ekran ufak geldiğinden alt yazılar orada burada dolanıyordu. filmin ilk başında görüntü bizi ormanın derinliklerine atmıştı. o sahneyi imax olarak gerçekmiş gibi yaşamıştım. sanki uçan bir şeyin içindeydim ve ağaçların yanından geçip gidiyordum ama real aynı zevki vermedi açıkçası.
tüm bunların dışında eklenen neler vardı...
yeni bir hayvan türünü gösterdiler. boğa'ya benziyorlardı.
navilere eğitim verdikleri okulu gösterdiler ki biliyorum o sahnenin devamında çok ilginç bir hikayesi vardı. çünkü anladığım kadarı ile insanlar o okulu basıp sağa sola ateş ederek orada olay çıkarmış, bir sürü mermi deliği vardı duvarlarda. ama tabii o kısmın devamını göremedik.
ilk versiyonda jack neytirinin adını grace'den öğrenmiş gibi bir hava yaratılmıştı ama öyle değilmiş hani ilk ağaçta kaldığı gece ateşin etrafında toplanmışlardıya orada neytiriye ismini soruyor ha bu arada hatunun ismi o kadar kısa değil şimdi sormayın aklımın ucundan köşesinden geçmiyor
boğa benzeri yaratıkların naviler tarafından sürü halinde avlandıkları bir sahne var ki muhteşem olmuş jack ikranın üstünden iki tanesini indirdi. ve gerçekten üç boyutlu deyeceğimiz bir olay oldu o sahnede savaşçılardan biri mızrak fırlattı ve bütün salon mızrak sanki bize geliyormuş gibi hissettik.
ateş böceğine benzer uçan yaratıklarla oynadıkları bir sahne ve ormanda geçen bir iki küçük ilave sahne var.
neytiri ve jack'in beraber olduğu sahne var ve tahminler doğrultusunda bu sahne sadece tüylerin birleştirilmesi olarak gösterilmiş.
ertesi sabah uyandıklarında hatırlarsanız ilk yıkım başlamıştı. o yıkımın ardından navilerin makineler saldırdığı ve 6 insanı öldürdüğü ve askerlerin arasında olayın anlatıldığı bir konuşma sahnesi var.
ilk versiyonda tsutey vurulunca havada boşluğa düşmüş gibi gösterilmişti. ama bu sefer toprağa düşene kadar geçen bütün sahne gösterildi.
eyvanın yardımı ile hayvanların saldırdığı sahnelere boğalarında sahneleri ilave edilmiş.
tsutey yere düştüğünde hala yaşıyordu. neytiri jack'i zehirlenmekten kurtardıktan sonra jack tekrar avatarına giriyor ve tsutey'in yanına dönüyor. tsutey kendisinin öldüğünü ve yerine jack'in geçmesini istediğini söylüyor. ama bunun olması için jack'in kendisini öldürmesi gerekiyormuş ve jack'te tsutay'in isteği üzerine bunu yapıyor.
hatırladıklarım aklımda kalanlar bunlar ama gerçekten çok beğendim. filmin ilk versiyonunun dvd'si vardı. şimdi bu versiyonunda dvd'sini çıkarırlarsa alacağım.
tekrar izlemek isteyenler ve hiç izlememiş olanlar içinde harika bir deneyim olacağına eminim.

16 Ekim 2010 Cumartesi

buraya ilk yazmaya başladığımda bir günlük gibi olmasını planlıyordum.
sonra araya sosyal şeylerde serpiştir dediler iyiden iyiye günlüğe sarma.
eyvallah dedim.
sinema,müzik ve gündelik hayattan şeyler koydum.
geçenlerde geçmişe bakarken farkettim ki uzun zamandır günlük namına bir şey yazmamışım.
evet arada ufak tefek şeyler var.
ama artık bloğum aklıma gelen her şeyi yazdığım bir mekan olmuş.
olsun böyleside kabulüm en azından aklıma gelen her şeyi yazabiliyorum.
neden biz evlatlar sürekli annemizden değilde babamızdan yakınırız
bloğunu takip ettiğim arkadaşlarım arasında ebeveynlerinden şikayetçi olanlar var buna bende dahilim sonuçta nesil çatışması yaşıyoruz
yada bunu mazeret olarak kullanıyoruz
daha da vahimi ebeveynlerinden şikayetçi olanlar genelde babalarından şikayetçi
oranı 9 baba ise 1 anne olarak görüyorum
şunu farkettim ki bu süreçte
annemiz ne derse desin bizi doğuran bakan büyüten o olduğu için ona karşı biraz daha affediciyiz galiba
ama diğer taraftan babamıza karşı aynı affediciliğe sahip değiliz
annemizin söylediği sözler bize o kadar ağır gelirken hatta bizi yıkarken onun karşısında suspus oluyoruz. diğer taraftan babamızın söyledikleri o kadar ağırımıza gitmiyor gitsede önemsemiyoruz yada en fazla tartışma çıkıyor sonuçta.
dünyanın cevapsız en büyük sorusu bu ebeveylerle çocuklar neden anlaşamaz
kendimce bir yanıtım yok ama galiba her daim ebeveyn çocuk ilişkisinden dolayı oluyor arkadaş olmayı beceremiyoruz galiba sorunda buradan çıkıyor.

14 Ekim 2010 Perşembe

sevgili blogcan
bu hafta yazma fırsatım olmadı.
geçen hafta çok fazla yazınca bu haftaya bir şey kalmadımı
yok aslında yazılacaklar vardı
bu haftaya kötü başladım canım sıkkındı
ama atlattım bu da sevindirici olan yanı
en kısa sürede yazacağım
ha bu arada takıntılı olan ben bu hafta afm istinye park sinemalarına taktım kafayı
avatar tekrar gösterime girecek demiştimya yarın giriyor
ama salak afm istinye fark filmi imax 3d olarak verebilecek tek sinema iken o salonda imax olmayan bir filmi oynatarak avatarı normal salonda veriyorlar

11 Ekim 2010 Pazartesi

Kadınmıyım? Erkekmiyim? Yoksa.....sadece suçlumu?

Kafamda üç yazı vardı.
Aslında kafamda değil içimde ta derinlerdeydiler.
Uzun zamandır yazmak istediğim bir kısmı toplumsal bir kısmı özel.
Bu hafta sonu ona dördüncü yazının konusunu da ilave ettim. Etti mi dört yazı
Birini 4 ekim de koydum bloğa. Gariptir aslında hepsini 4 ekimde yazdım en azından ufak tefek düzeltmeler haricinde ana yazıları, ama hepsini ayrı günlerde koymaya karar verdim.
Bu yazıda 4 ekim de yazıldı. Yayınlama işi bu güne kaldı. Sanırım bu hafta biraz fazla sosyal yazılar yazmak istedim.
Az önde bir hikaye ye dayalı bir blogta bir fahişenin hayatıyla ilgili kısa bir bölüm okurken aklıma uzun zamandır yazmak istediğim bu konu geldi.
Cinsiyet ayrımları ama öyle bildiğiniz kadın erkek ayrımı değil. Toplumun dışına atılan üçüncü cinsiyet eşcinseller.
1990 yılların ortalarına doğru özgürlüklerini kazanmaya başladılar. Halen daha birçok ülkede özgürlüklerini kazanmak yolunda ilerliyorlar. Birçok sorunla karşılaştılar bunlardan en önemlisi ise cinsel kimliklerinin kabul edilmemesiydi. Uzun yıllar boyunca bu kimliklerini sakladılar. Gizli buluşma mekanların da toplandılar, bir kadın ya da erkek gibi davranmak zorunda bırakıldılar. Hatta birçoğu cinsel tercihleri ortaya çıkmasın diye evlenmek zorunda bile kaldı. O zamandan bu güne çok fazla şey değişmedi. Özellikle Türkiye de yaşam standartları çok kötü. Göz önünde bulunan ünlü diye tabir ettiklerimiz evet biraz daha rahatlar ama alt tabaka olarak bilinen insanlar arasında olanlar çok farklı yerlere itiliyorlar. Sokaklara
Birçok insan televizyonda ya da basında ya da yakından onları gördükleri zaman iğreniyorlar hatta cinsel tercihleri sebebi ile başlarına gelmeyen kalmıyor. Birçok homoseksüel dayak yiyor aşağılanıyor akla gelmeyecek yöntemlere maruz kalıyorlar.
Peki? onları sokaklara iten şeyler neler. Cinsel tercihlerini açıklama noktasına gelene kadar her şey yolunda bir ailesi, arkadaşları ve işi var yani kısacası her şey yolunda. Her gün gazetelerde okuyoruz. Birçok eşcinsel tercihlerini kayıp edecekleri şeyleri göze alamadıkları için açıklamıyorlar. Çünkü onlarda biliyor ki bu açıklamanın ardından sonra başlarına gelecek şeyler azımsanmayacak kadar kötü. Önce aileleri sırtlarını dönüyor ama evlattır, kardeştir diyorlar gene kıyamıyorlar ama artık onların yanında yaşamasının imkansızlığına vardıkları için evden gitmek zorunda kalıyor. Sonra onu yeni, değişmiş aslında kendi benliğini bulmuş hali ile arkadaşları yadırgıyor. Selam sabah kesiliyor bu durumu anlayışla karşılayanlar elbette vardır ama erkeklerin bunu anlayışla karşılaması biraz zordur. Hemen o ibne ile ne işimiz olur denir yıllardır sürdürülen dostluk bir çırpıda silinir. Ardından iş yerinde ufak ufak farklılıklar olmaya başlar ve her ne kadar erkek gibi giyiniyor olsanız da, mesai arkadaşlarınıza bir yanlışınız olmasa da, çok iyi bir çalışan olsanız da işten çıkartmalar başlar. Toplum maalesef içinde bulundurduğu bu ayrımcı baskıyı dışarıya işte böyle zamanlar da vuruyor. Etrafınızda kaç tane eşcinsel çalışıyor bir bakın bakalım, benim etrafımda hiç yok çünkü öyle birini çalıştırma riskini kimse almaya cesaret edemez kendisi de tövmet altında kalır çünkü.
Sonra istemeden onları sokaklara itiyoruz. Homoseksüel isen eğer yerin sokaklarda fahişelik yapmak oluyor. Ait olduğun yer o kaldırım. Onlarda zamanla itildikleri bu noktanın gereklerini kabul edip oraya göre davranıyorlar. Aslında bütün fiziksel özellikleri erkek oldukları yönünde bağrınsa da “belki aralarında cinsiyet değiştirmiş olanlar vardır” kadın gibi görünmek için uğraşıyorlar. Aldıkları eğitim aile terbiyeleri ne olursa olsun sokaktaki her hangi bir fahişeden farkları kalmıyor. Önce traş oluyorlar hatta sakallardan ve tüylerden kurtulmak için östrojen hormonu almaya başlıyorlar. Sonra kafalarına bir peruk geçiriliyor ağır bir makyaj ve ille da olmazsa olmazı bu işin kop kuyu kırmızı bir ruj. Sonra dümdüz erkeksi göğüslerini ortaya koyan “aslında gariptir yani ben gösterecek bir şeyim yoksa saklarım” şaşalı bir büstiyer yada askılı bir tişört. Altına erkeksi adaleli ve katnem görünümlü bacaklarını ortaya seren mini bir etek ve fileli çoraplar. Katnem dedim kusuruma bakmayın ben bir erkekte kadınlar gibi düzgün bacakları görmedim o yüzden ama eminim onların içinde de güzel bacakları olan vardır. Ve gene bu işin olmazsa olmazı topuklu pabuçlar. Sonrada merter de yada harbiye de kendilerini o şekilde pazarlamaya çalışıyorlar.
İnanın bana müşterilerinin çoğu bildiğiniz normal erkekler kimi meraktan yatıyor onlarla, kimi onlarda farklı bir şey buluyor. Çoğu çoluk çocuk sahibi zaten basını karşılarında gördüklerinde kaçmalarının sebebi de bu.
Peki? bunda kim suçlu onları oraya iten bizler mi?
Yoksa cinsel tercihlerinden dolayı onlar mı?
Bence biz suçluyuz. Onları itiyor, yok sayıyor, hayatımızda hiç var olmamış gibi davranıp dışlıyoruz, ayıplıyor toplumun baskısını üzerlerinden eksik etmiyoruz. İşlerini ellerinden alıyoruz. Onlarda geçimlerini sağlayacak tek yola başvuruyorlar sokaklara. Aslında kimse onlara bu güne kadar sormamış
Eş cinselsin diye fahişemi olman gerekiyor?
Başka bir meslek yapamaz mısınız?
Elbette onlarından elinden farklı işler geliyor ama kaçınız onları yanınızda çalıştırır yanınızda kıvırtarak dolaşan bir erkeğe müsaade edersiniz. Ya da onun pantolon yerine etek giymesine işte tüm bu nedenlerden dolayı maalesef o insanlar sokaklarda ve biz bunun suçunu onlara yüklüyoruz. Aralarında şanslı olanlar ise bar yada disco gibi eğlence sektöründe çalışma fırsatı buluyor.
Lezbiyenler için durum biraz daha farklı onlar kendilerini erkeklere göre daha rahat saklayabildikleri için şu anda çok göz önünde değiller. Hatta birçoğunun dışarıdan baktığınızda bir kadından farkı yok. Sokaklara henüz düşmediler umarımda düşmezler.
Ama cinsel kimlikleri ne olursa olsun onlarda bizim gibi insanlar, içlerinde kötülük taşıdıklarını tıpkı kadın fahişeler gibi bu işi severek yaptıklarını zannetmiyorum. Eminim onlarda zaman zaman kendilerinden yaptıklarından utanıyordur. Ve eminki bir gün bizde onları buna zorladığımız için utanacağız.

9 Ekim 2010 Cumartesi

aslında bu gün buraya ekleyeceğim bir yazı vardı. daha pazartesi yazmıştım. sonra dün gece ondan da vazgeçtim. bir sonraki pazartesiye bırakırım dedim.
bu gün biraz komik biraz eğlenceli bir şeyler yazacaktım. ama o da olmadı.
yazdığım bir yazı yüzünden birilerini kırdım. üzgünüm ama yazdığım için pişmanda değilim. o sebeple bu günlük buraya kadar. bu günü pas geçiyorum.

7 Ekim 2010 Perşembe

Bir Garip İlişki

Hayatımız boyunca en büyük kırgınlıklar en sevdiğimiz en düşkün olduğumuz insanlardan geldi.
En çok kimden nefret ederim. Vazgeçemesem de hayatımda kimin olmamasını isterdim. Cevabı çok ama çok uzun zamandır biliyorum.
Babam
İnsan ailesinden ağlanır mı diyorsunuz duyuyorum
Ya da insan babasını sevmez mi?
Asıl sorun bu zaten benim en nefret ettiğim insan olan babam aynı zamanda en vazgeçilmez olan kişi.
Yani onla da onsuz da olmuyor.
Aslında ailemin geri kalanına sorarsanız da ona en çok benzeyen de benim.
Sanırım asıl sorunda bu noktadan çıkıyor. İkimizde aynıyız ve bu yüzden de çok fazla tartışıyoruz.
Babamla hep tartıştım hala da tartışıyorum. Sanmayin ki hep tartıştık. Tartışmalar 20 li yaşlardan sonra başladı. Çünkü çok fazla acılara sebep oldu. O gücü ellerinde tutmanın başarı olduğunu düşünen bir adam oysa gücü ona sağlayanın biz olduğumuzun farkında da değil. Ona gösterilen saygıyı, onun her dediğine tamam dememizin onun lugatın da tek bir karşılığı var. Ben bu evin reisiyim ve ben ne dersem o olur.
Aslında hep de öyle oldu. Kimsenin aklına ona baş kaldırmak gelmedi. Annem garibim köylü kadını köyden gelmiş babam ne derse he demiş olmaz dememiş böyle olmasın dememiş onu olduğu hali ile kabul etmiş.
Sonra bizler ben ve kardeşlerim hiç baş kaldırmamış, hiç yok olmaz dememişiz.
Düşünün bir kere kaç tane insan tanırsınız bu güne kadar ailesine tek söz getirmemiş, sokakta dedikodusu yapılmamış, babası ile annesi ile sesini yükselterek kavga etmemiş. Biz öyle çocuklarız işte. Bir süre öncesine kadar. Konuşsak ta bağrışsak ta hiç sesimizi yükseltmedik. hiç ters bir davranışta bulunmadık. Hiç ezmedik ezdirmedik. Mutala etmiyorum gerçekleri söylüyorum. 32 yaşındayım bundan 15 yıl kadar önce başladı ilk isyanım ilk utanç zamanlarım buraya bunları yazarken ilk defa itiraf ediyorum. Babam o zamanlar içerdi. Alkoliklik seviyesinde olmasa da içer kendini kaybederdi. Evde kavgalar başladı. Annem ve babam ardı arkası gelmeyen kavgalara girerlerdi. Annem babamın içmesini istemezdi. Utanırdım o zamanlar ondan bir seferinde dayımın düğününde rezil oldum onun yüzünden bir seferde evimizin olduğu sokakta asla söyleyemedim bunları yüzüne asla bilmedi utancımı. O çocuklarını kollamanın korumanın yeterli olacağını düşünüyordu. Onlara bu yolla her şeyi vermiş olduğunu aslında hiçbir şey vermiyordu. Ne kadar koruyucu olursanız olun kaderi değiştiremezsiniz. İşte ben o dönemlerde annemi, beni ve kardeşlerimi üzdüğü için babamdan nefret ettim. İçtiği zamanlar onu öldürmek istedim. O olmasa hayatımın daha güzel olacağını düşündüğüm zamanlar o kadar fazla ki. Aslında şimdi düşünüyorum da kendi güvensizliklerinin arkasına saklanmış bir adam babam. Hep güçlü gözükmeye çalışmış ama aslında hiç güçlü değil. En iyi savunma saldırıdır derler ya oda o yöntemi kullanmış. Hala çok fazla tartışıyoruz. Elbette tartışma nedenlerimiz değişti. artık içmiyor içemiyor. Şimdi işi hakaretlere vurarak saldırıyor. Üzerine çok gittiğimiz zaman bizi evden kovmayı bile göze alıyor. En son bana kızım değilsin dedi her ne kadar sonra bunu inkar etse de canımı nasıl acıttığını ona hiç söylemedim.
Eskisi gibi güçlü değilim eskiden öfkemi içime atar vursanız ağlamazdım. Şimdi öfkemi içimde tutamıyorum. Buda ağlamama neden oluyor, hatta kendimi kaybedip gözüm görmez hale geliyorum. Karşımda ki ne hiç beklemediği sözler sarf ediyorum. Değiştim acılarım ile değiştim ve şekillendim. Ama canım bazen o kadar çok yanıyor ki gerçekten eskisi gibi duygusuz bir varlık olmayı özlüyorum. Annem o zamanlar senin duyguların yok derdi bana keşke şimdi de olmasa…
Ama diğer taraftan ona kızsam da bağrınsam da kavga da etsek konuşmasak ta onsuz bir hayatı bilmiyorum. o hayatta ayakta kalırmıyım bunu da bilmiyorum.