Pages

31 Temmuz 2010 Cumartesi

bir garip yazı

son samuray'da japonlar için aynen şu ifade kullanılmıştı.

uyandıklarından itibaren yaptıkları herşeyin mükemmel olması için uğraşıyorlar.

az önce the raven gırl's adlı bir film seğrettim. ilginç bir yapımdı. raven adı verilen geleneksel bir çorbanın yapımını öğrenmek isteyen amerikalı bir kızın hikayesi.

ama burada benim için ilginç olan şey bir çorba yaparken bile bunu saygı ve sevgi ile birleştirip mükemmel olması için uğraş vermeleri.

çorba için kullanılan ifade anlatılmak istenen şey ilginçti. doğanın ürünlerinin bir arada sunulmasıydı çorba.

üstelik önemli olan sadece yapmak ta değil bunu sunmakta önemli. ifade aynen şuydu.

sunum yaptığın kişi ne olursa olsun misafirindir. ve sunduğun şeye kendinden bir şeyler katman gerekir. bu misafirine olan sevgini ve saygını gösterir.

hani bizde yaptığın yemeğe mutlaka elin değecek tadı tuzu oradan gelir denirya. onlarda da içine sevgini katmazsan kendinden bir şey katmazsan yemeğin tadı tuzu olmuyormuş.

çok merak ediyorum. günümüz dünyasında hala böyle saygı ve sevgi ile yoğurduğumuz mükemmel olması için uğraş verdiğimiz bir şeyler kaldımı.
almanlara benzediğimi farkettim
almanyada bir fabrikaya gidin öyle sistematik öyle dakik çalışırlar ki zannedersiniz makineler çalışıyor
bende düşündüm bende makineler gibi olmuşum çalışma açısından değil ama yaşam şekli açısından
bir günde sabahtan akşama kadar neler yapıyorum envanterini döktüm

7:20 kalkış
7:45 evden çıkış
8:20 işyerine varış
9:00 kahvaltı
9.20 internette sörf fan sitesine girmek gazete okumak son çıkan kitaplara bakmak izlediğim blogları okumak
10:00 iş vakti
12:30 öğlen yemeği
13:00 iş
19:00 eve gitmek için iş yerinden çıkmak
19:30 eve varma
19:45 akşam yemeği
20:00 kitap okuma ve tv izleme arasında geçen gece seansı
24:00 yatış

ortalama haftanın 5 günü yaptığım tek düze bilindik hareketler bunlar 5 dakika önce yada 5 dakika sonra ama muhakkak yapılanlar
farkettim ki acayip sıkıcı ama sorumluluklar söz konusu oluncada yapacak bir şey yok

30 Temmuz 2010 Cuma

bazen zorlamamak
vazgeçmektir doğru olan

vezgeçmek canınızı beter yakar
sanki bedeninizden bir parça kopar

aslında farketmemişizdir
inişler ve çıkışlar canımızı daha fazla yakmış

acıyı anlık yaşanan mutlulukların arkasına saklamışız
yanan canımızı yok saymışız

bazen güvercinin elinizden gitmesine izin vermek iyidir

özgürlüğünü vermek onu özgür kılmak kendimizi özgür kılmak demektir

evet canınız acıyacak

ama acı her gün biraz daha azalacak

ve bir gün bakmışsınız yok kocaman bir bitmişlik

KADIN KOKUSU


bu öyle ufak harflerle yazılacak bir cümle değil

bileniniz bilir bilmeyeniniz için önce bu muhteşem yapıttan biraz özet geçelim.


Tür : Dram Yönetmen : Martin Brest Senaryo : Bo Goldman , Giovanni Arpino (Kitap) Görüntü Yönetmeni : Donald E. Thorin Müzik : Thomas Newman Yapım : 1992, ABD , 157 dk.
Oyuncular Al Pacino (Albay Frank Slade) , Chris O'Donnell (Charlie Simms) , James Rebhorn (Mr. Trask) , Gabrielle Anwar (Donna) , Philip Seymour Hoffman (George Willis, Jr.)

Bir kolej öğrencisi olan Charlie, paraya ihtiyacı olduğundan kör bir adama, bir nevi "bebek bakıcılığı" yapmaya razı olur ama iş, umduğu kadar basit olmayacaktır. Çünkü Emekli Albay Frank Slate'in haftasonu için çok özel bir planı vardır.Bu plana yolculuk, kadınlar, iyi bir yemek, birinci kalite şarap, tango, limuzin ve ne yazık ki, bir de 45'lik dahildir. İşin kötüsü, bunları yaparken Charlie'yi yanından ayırmaya da hiç niyeti yoktur.Al Pacino'nun unutulmaz bir karakter çizdiği film, aslında 1974 yapımı İtalyan Profumo di Donna'nın yeniden çekimi. Yine de, bir çoklarına göre orijinalini aratmayacak derecede iyi. Tango sahnesine dikkat.

şimdi nereden çıktı kadın kokusu diyeceksiniz. efendim daha önce defalarca izlememe rağmen uzun zamandır izlemek istiyordum. dün gece bu şerefe nail oldum. gerçekten özlemişim hatta kafamda o kadar yer etmiş ki çok uzun zamandır seğretmemiş olmama rağmen sahneleri unutmamışım.

al pacino kör adamı oynamak için altı ay eğitim almış. bütün film çekimleri esnasında tek bir noktaya bakmaya zorlamış kendini bunun sonucunda gözlerinde problem olmuş ve gözlük takmış ama sonuç bir oscar.

yukarıda özetini okudunuz zaten ama birde ben kendi düşüncelerimi yazayım dedim. kadın kokusu körlüğünün ezikliğini huysuzluğunun arkasına saklayan bir adamın hikayesi öyle bir adam ki körlüğünü kabul etmekle o körlük tarafından eziklik duyma duygusu arasında sıkışmış ölümünü en ince ayrıntısına kadar planlamış bir adamın albay frank slade'in hikayesi ve bu adamın bir kolej öğrencisi ile başından geçen olayları anlatıyor.

kolej öğrencisi deyip geçmeyin. doğruluk ve ihanet arasında sıkışmış bir çocuk tüm bunlar olurken de para için aksimi aksi bir emekli askerle uğraşmak zorunda kalan charlie sımms.

başta birbirleri ile anlaşamasalar bile zamanla her ikiside birbirlerini tanımaya sevmeye değer vermeye başlıyorlar.

filmin tamamı çok güzel bir anlatım içermesine rağmen unutulmaz tango sahnesi ile muhteşem bir sunum haline getirilmiş. kör bir adamın muhteşem tangosu. bazı sahneleri yıllar geçsede unutamazsınız buda öyle bir sahne. izlemeyenlere tavsiye ederim. muhteşem bir müzik, muhteşem bir çift ve muhteşem figürler. dün akşam filmi seğrettiğimden beri sahne gözümün önünden hiç gitmedi. müzik hala kulaklarımda hala al pacino ve gabrielle anwar'ı tango yaparken görüyorum.

filme adını veren kadın kokusu nereden geliyor derseniz. frank slade kadınların tanrının en büyük mucizesi olduğuna onlarsız bir yaşamın olamayacağına inanan bir adam. bir kadının saçlarının kokusunu hissedebilmek adına o kadının yanında yatmak için her şeyi yapabilecek bir adam ve körlüğü ile sanırım tek barışık olduğu nokta kadınların kokusu. kadınların kokusundan sesinden onların tipini, yaşını, fiziksel görüntüsünü tahmin ediyor ve en önemlisi her kadının bilindik kullandığı parfüm yada sabunların yanında onun kendisine has kadınsı kokusunu tahlil edebiliyor.

sonuç genç bir adama muhteşem bir hayat dersi verirken o genç adam da karşısındakine hayatın yaşanmak için ne kadar güzel olduğunu anlatıyor.

işte ben dün gece böyle muhteşem bir yapımı ve böyle muhteşem bir oyunculuğu seğrettim.

sanırım ileriki yıllarda da seğretmekten keyif alacağım muhteşem bir film olarak hayatımın bir parçası olmaya devam edecek.

29 Temmuz 2010 Perşembe

kredi kartımdan nefret ediyorum

kendimi göçertmiş bulunmaktayım
dört sinemaya çift kişi gidiş bileti
mısır cipsi kola su ve ıvır zıvır
akabinde yapılan yemek ve çay kahve faslı
eee illaki sinemalar alışveriş merkezlerinde olunca kendini tutamayıp onu bunu alma dürtüsü
sayesinde bu ay tam bir çöküşle yüzyüzeyim
battığımın resmidir
tamam itiraf ediyorum kredi kartımı seviyorum ama durum böyle olunca fena bozuluyorum.

ekonomi planı
dört yeni kitap alımı gelecek aya ertelendi
can atilla nın yeni cd ci altın çağ'ın alımınıda gelecek aya erteliyorum
kesinlike D&R'nın 50 mt yanına bile yaklaşılmayacak
sokağa çıkmak yasak
alışveriş merkezlerine gitmek yasak

neden kadınlar hep tehlikeli olana çekilir?



cevap sanırım tehlikeli olan bizi cezbediyor.


efendim uzun zamandır vampir filmleri manyağı olan bendeniz inat ederek kocaman bir izleyicisi kitlesi olduğunu bildiğim true blood (doğru kan ) dizisini izlemiyordum.


neden inat ediyordum derseniz yanıt yok itici geldi herhalde malum fazla küfür fazla seks


ama bir kaç hafta önce ani bir can sıkıntısı krizi ile izlemeye başladım.


amanin diyom başka bir şey demiyom.


fena bir diziymiş konu ilginç ve güzel


karakterle her ne kadar sokie rolünde anna'yı beğenmesemde fena değil.


hele bir de bir eric northman aldı bir viking var ki bileniniz bilir


yakıyor eziyor geçiyor


alexander skarsgard oynuyor adam harbi viking 1,93 boyunda, sarışın, mavi gözlü isveçli vikinglik ucundanda olsa kanında var.

şekilde de görüldüğü gibi süper resmin kusura bakmayın hani iyice görün dedim.

neyse dönelim tb eric'e adam öyle karanlık bir karakter ki (başka vampirlerde var ama o filmin starı bence)sokie tarafından itici bulunsa bile muthiş çekici,seksi, komik ve bir o kadarda tehlikeli ama genede gel beni ısır diyesi geliyor insanın.

şimdi ben dizinin ve kitabının müptelası olan arkadaşlarlar'dan spoiler aldım. meğerse bizim melek sokie ile eric arasında çok güzel şeyler olacakmış. boyun bükmeyen vampirimiz değersiz insancığa hakikatten aşık olacakmış.

durun şimdi ne demek diyeceksiniz hakikatten. tb de bir olay var şöyleki bir vampir kanını içtiği insanı öldürmezse o insanla bir duygusal bir bağlantısı oluyor. aynı şekilde insanda onun kanını içerse o bağlantı güçleniyor. insan vampir kanı içermi diyeceksiniz bunlar içen cinsten. bizim sokie ile eric bu durumu bazı olaylardan dolayı biraz abartınca birbirlerine karşı güçlü duygular hissetmeye başlıyorlarmış. ama ikiside bunun sebebinin kan olduğunu düşünüyorlarmış. özellikle asil vampirimiz eric sokie'ye aşık olduğunu kabul etmiyormuş. gel gelelim ki 10.kitaptan alınan istihbaratlara göre eric gerçeğin farkına varıyormuş. harbiden bir insana aşık oluyormuş.

bak gene çenem düştü tehlikeli olana çekilmekten başladık tb'nin spoiler'ına daldık.

ee kadınız canım her haltın içinde hatta kanın bile içinde romantizim arıyoruz. doğamızda var.

neyse beni bu diziye eric bağladı. muhteşem seksi ölümcül yakışıklı hele bu 3. sezonda üzerine giydiği o tişörtler ve kazaklar varya yırtasım geliyor onları hani insan bir şeyi güzel taşır bunu anlarım ama bu kadar mı güzel taşır
bu haksızlık

telefonum benden bir parça

benim kadar normal olmayan varmıdır? merak ediyorum.
telefon zilleri konusunda takıntılı olduğumu farkettim. insanlar telefonda ki müziklerimi duyunca garip oluyorlar. daha doğrusu her uyarı çalışına bir parça yerleştirince insanlara garip geliyor.

sanırım en normal olan telefonumun çalma sesi leona lewis I see you avatarın soundtrack'ı. her kez telefon zili olarak farklı bir parça kullandığı için ayrılıkçı bir davranış olmuyor bu . ama devamı var.

mesela alarmım beyonce'nin halo parçası
neden mi onu seçtim youtube da kızın biri gossip girldeki chuck ve blair için bir video yapmıştı fonda da bu şarkı vardı. çok hoşuma gitti. oysaki ben beyonce sevmem tek dinlediğim parçasıda bu. kadının çok güzel bir sesi olmasına rağmen çıplaklığına vurgu yapması sinirimi bozuyor.

asıl makara mesaj müziğim hani herkes en normal şeyleri seçerya ben de o yok evanescence bring me to life mesaj gelince bağıra bağıra çalıyor benimde hoşuma gidiyor. millet telefonun çalıyor diye atlıyor yok diyorum mesaj bu öyle deyincede suratıma aval aval bakıyorlar bu kız deli diye.

ama ne yapayım müziği seviyorum. hemde takıntı derecesinde çok eski şarkılar da var mp3'ümde çok yenilerde.
bu aralar mustafa ceceli takıntım var sormayın gitsin. ama onun nerede zil olarak kullanayım bulamadım.
önerisi olan?

27 Temmuz 2010 Salı

su bükmek istiyorum? yapamazmıyım neden?

cumartesi the last airbender yani son hava bükücü'yü izledim o nasıl bir mistisizm di öyle. tamam bir m night shyamalan filmi olmasına rağmen onun tarzı değildi. açık konuşmak gerekirse bir korku filmi yönetmeni olarak gösterdiği başarıyı son hava bükücüde gösterememiş. ama genede film harikaydı bence efektler süperdi. ama beni asıl etkileyen su bükme olayıydı mistisizm had safhayaydı. buda öğretileri ile shaolin öğretileri en tepedeydi.
bükme hareketlerini yapar ken ki konsantrasyon sahneleri harikaydı şuyun onlarla beraber beden bulması süperdi. özellikle aang ın okyanusu büktüğü sahne muhteşemdi shyamalan oraya öyle bir hava vermiş ki görsel süper müzik süperdi. hatta film bittiğinde isimlerin yazdığı kısım bile süperdi. film öyle bir noktaya taşıyor ki sizi eve gidip bir leğen su alıp denemek geliyor insanın içinden.
sholin ve budizm inanışında ki o dinginlik o saflık o kendini bulma çabası o kadar hoşuma gitti ki dün nette oturdum bükme hareketlerini araştırdım. temel kung fu hareketlerinden geldiğini öğrendim. hatta daha garibi bir sürü türk sitesi var hem son hava bükücüyü hem bükme tekniklerinin anlatıldığı.
hava, su, toprak ve ateş dört element dört yaşam kaynağı dört denge birbirine zıt ama ayrı olmayan dört kardeş
bu filmden ve tabii çizgi diziden yola çıkarak acayip su bükme isteği var içimde acaba becerebilirmiyim ne dersiniz?

24 Temmuz 2010 Cumartesi

off desem karşı ki dağlar yıkılır

bir insanın benim gibi şanssız olması mümkün mü acaba merak ediyorum
tıpkı bu günkü gibi günler önceden yaptığım planlarım olduğu gibi aynı gün içinde yaptığım planlarım oluyor. ama ne hikmetten se ben ne zaman plan yapsam bir terslik çıkıyor
anlamak mümkün değil oysa planı yaparken ortada hiç bir şey yok her şey müsait ama tam planın uygulanacağı gün mutlaka bir terslik çıkıyor ya moralimi bozacak bir olay oluyor yada son anda birileri bir şeyler çıkartıyor.
mesela bu gün istinye parka gidicem güzel bir pizza yiyip (uzun zamandır yemedim çünkü) 19:00 matinesine sinemaya gidip son hava bükücüyü seğredicem ve ben bu planı bir hafta önceden yaptım ne mi oldu. patronlarımdan biri tatile gitti. diğer patronumun normalde yanıma gelip beraberce hesaplara bakmamız gerekirken ki ben bu durumda güzel bir saatte işten çıkmış olacaktım. şimdi gelmeme durumu var off neden ben plan yaptımmı hepsi ters gidiyor. gelmezse merkeze gitmem gerekecek hesap kitaba bakıcam sinemaya evet yetişirim ama yemek olayı patlar birazda gezeriz diyordum. uzun zaman oldu istinye parka gitmeyeli oda yatar.
lütfen gelsin bende işlerimi zamanında bitireyim ve keyifle zaman geçireyim.

22 Temmuz 2010 Perşembe

hayat senden neden bezdim ?

nedir bu umursamazlık
yok doğru kelime o değil bezginlik
ben sadece kendimi hayattan bu kadar bezgin sanıyordum
ama bakıyorum ki bir çok insan aynı duyguyu paylaşıyor
neden böyleyiz doğru soru bumu
bize neler oluyor
neden sanki her gün insanlığımızın bir parçası çöküyormuş gibi geliyor
ama sanırım cevabı biliyorum
hayatımızı öyle bir otomatiğe bağladık ki zevk alacağımız şeyleri yapacak vakit yada para bulamıyoruz
evden çık işe git işten gel kıvrıl koltukta yat
başka şeyler yapmak için zaman yok
hele bir de benim gibi cumarteside çalışıyorsan anam anam pazar kalk ta bir şeyler yap yiyorsa
her hangi bir amacında yoksa
işte o noktada çöküş hızlanıyor ...

20 Temmuz 2010 Salı

bir arkadaşım boşluktan kurtulmak için sana aşk lazım dedi.
aşk kim ben kim
aşk benim neyime
ben bilmem ki o denizlerde yüzmeyi
aşk için kendimden feragat edebilirmiyim
ya doğru erkek o değilse
ya onun için doğru kadın ben değilsem
ya küçük kırılgan kalbimi değmeyecek birine verirsem
ya kırılırsam
ya kırıldıktan sonra toparlanamazsam
kafamda milyonlarca soru ve en önemli soru
onun gerçekten doğru kişi olduğunu nasıl anlayacağım

ortada biri yokken bile bu kadar soru varsa kafamda olunca ne olacak acaba merak ediyorum.

bu durumda sudan çıkmış balık ifadesi benim durumumu tamı tamına ifade edecek gibime geliyor

17 Temmuz 2010 Cumartesi

beyaz

kendimi bembeyaz dört duvar arasında sıkışmış gibi hissediyorum.
her gün içimde tarifsiz bir boşluk ile uyanıyorum.
neden, nasıl ve ne için diye kendime sormaktan sıkıldım.
o duvarları renklendirmeyi istiyormuyum?
işte bundan emin değilim.
asıl istediğim ne? bir türlü bu soruya yanıt bulamıyorum.
içim sanki kaynayan kazan gibi fokurduyor ama gerisi yok.
fokurtular gök yüzüne ulaşıyormu ?
sanmıyorum....
neler oluyor bana?
nedir bu boşluk bilmiyorum.
farkında olduğum tek şey hergün kendimi biraz daha kapatıyorum dış dünyaya.
insan arasına karışmak için alışveriş merkezlerine gitmek yeterli gelmiyor artık.
ama enerjiye ihtiyacım var
insan içinde olmam yenide yaşadığımı hissetmem için enerji lazım.
süperman gibi güneşin karşısında da durmak yetmiyor artık.
yoruldum sanırım.
kaçmak kurtulmak istiyorum hayattan yeni bir uğraş bulmam lazım
oysa zamanım o kadar kısıtlı ki
farkına olduğum tek gerçek kendime ayıracak zamanımın çok az olduğu
geçenlerde izmir den bir arkadaşım geldi. kendini yetiştirmiş üniversite mezunu bir bayan müthiş zeki müthiş enerjik kocaman bir şirketin başında olmasına rağmen kendine ayırdığı vakitten feragat edip bir de bir sürü dernek işi ile uğraşıyor. istanbul'ada bir seminer için geldi.
onu düşününce boş yaşadığıma karar verdim. ama bana dernek işleride uygun değil bunu biliyorum. kendimi tanıyorum o kadar, sıkılırım. benim keyif alacağım ve severek yapacağım bir hobi bulmam lazım ama o kadar bezginim ki hayattan neyi sevdiğimi yada neyi sevmem gerektiğini bile unuttum.
kocaman bembeyaz bir boşluktayım, çıkacak yol bulamıyorum.

13 Temmuz 2010 Salı

aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor

telefon anonsunun ne işi var başlıkta diyeceksiniz var var.
bir çok kişinin takip ettiği smallvile dizisine sonunda bende sardım.
sanırım süperman'i fazlaca özlemişim.
işin komik yanı diziyi başından değil sonunda izliyorum neden mi?
clark ve lois hikayesi bilindik bir şey ama bu hikayede bir sürü farklı karakterlerde var.
9 sezonun son bölümünü izledim geçen akşam ve arada sırada takip ettiğim bu dizide oliver quınn'in chole'ye aşık olduğunu öğrendim.
şimdi nasıl oldu, neden oldu, ne şekilde oldu mevzusuna daldım. 9. sezondan izlemeye başladım sonra geri geri izleyecem sezonları.
9 sezon ortalama 20 bölüm 180 bölüm
birde benim gibi bir takık söz konusu bir diziye başladım mı dünya ile bağlantımı koparıyorum bu durumda
aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor cümlesi mantıklı geldi.
6 sezon house
4 sezon heroes
3 sezon true blood
2 sezon merlin
3 sezon gossip gırl seğretmiş ve bunu son 4 ay içersinde yapmış biri olarak sanırım ne kadar takık olduğumu anlamışsınızdır.
not : en kısa sürede dönmeye çalışacak

5 Temmuz 2010 Pazartesi

tutulma bekledim olmadı


kendimi gene garip hissediyorum. pazartesi sendromu çarptı gene galiba. hafta sonu sinemadaydım twilıght saga (eclips) tutulma'yı izledim. sanırım gerçekten bir tutulma bekledim.
ama maalesef aradığımı bulamadım.
filmden neler bekledim. neler buldum, neler bulamadım. twilight, new moon ve eclips karşılaştırması.
önce konuyu bilmeyenler için kısaca özet geçelim.
serinin ilk kitabı ve filmi olan alacakaranlık bella adlı lise öğrencisi bir kız ile edward adlı lise öğrencisi gibi gözüken aslında yüzküsür yaşında bir vampirin ilk tanışmalarını, bella'nın edward'ın aslında bir vampir olduğunu ortaya çıkarmasını ve birbirlerine aşık olmalarını anlatıyor. onlara göre hikaya aslan ve kuzunun hikayesi oluyor. aptal kuzu mazoşist aslana aşık oluyor.
serinin ikince kitabı ve filmi olan new moon ise edward'ın bellayı kardeşinin yaptığı bir yalnışlık yüzünden (ki kardeşi jasper bellanın kanını içmek için ona saldırıyor) ailesi ile forks'u terk etmesini ve bella'yı güvenliği için bırakıp gitmesini ardından bella'nın yalnızlığını başka bir adamla paylaşmasını anlatıyor. jacob kısaca jack bella'ya aşık ve edward'ın yerini almak istiyor. ardından edward'ın bella'nın öldüğünü düşünüp kendini öldürmeye uğraşmasını ve çiftimizin bir çok zorluğu atlatarak bir araya gelmeleri konu ediliyor.
ve gelelim konumuza 3. kitap ve son film eclips. filmde bella'nın vampir olmak için verdiği uğraşları, ardından onu edward'ın değiştirmesini istediği için evlilik teklifini kabul edişini tüm bunlar olurken bir vampir ordusunun bella'yı öldürmek için gelişi konu ediliyor. kurt sürüsünden jack'in bellaya olan duyguları. ve bella'nın bir talihsizlik sonucu jack'e aşık olduğunu anlamasını ama ne olursa olsun edward'dan vazgeçemeyeceği kurgusu üzerinde ilerliyor.
ben kitaplarıda filmide çok yüzeysel bir şekilde anlattım. ilgilenen arkadaşların daha ayrıntılı bilgi bulabilirler.
gelelim filme
eclips evet bir tutulma olması gerekirdi. ama bir tutulmayı maalesef bulamadım. 400 küsür sayfalık bir kitabı 130 dakikalık bir filme çevirirken kısaltmaları bekliyordum. ama bu kadar kırpılma hayır bunu beklemiyordum. bu yazımda size ara ara karşılaştırmalar, ara ara yorumlar yapıcam.
öncelikle ilk gözüme çarpan müziklerdi. müzikleri kesinlikle duymadım ve hissedemedim. bütün bir film boyunca aklımda kalan tek müzik. muse grubuna ait bir parça idi ve aklımda kalmasının sebebide daha önce dinlemiş olmam idi. alacakaranlık ve yeni ay'da müzikler daha ön planda idi ama tutulma'da arka planda kalmıştı.
makyaj ve saç tasarımları her geçen gün kimi karakterde düzelme gösterirken kiminde saçma haller almaya başladı.
alacakaranlıkta mavi mercek ile daha gerçekçi ama daha soğuk izledik vampirleri. sonra yeni ay'da sarı mercekle biraz porselen bebeklere döndüler ama biraz daha kana ete büründüler daha sıcak bir görüntü oluştu. her bölümde saçlar ve makyaj değişti. ve tutulmada olay dibe vuruldu bence. saçlar nerede ise bütün karaşterlerin tamamen değişti. içlerinde en doğal ve benim en beğendiğim rose'un saçları oldu. makyaj tamamen tam bir porselen bebek kıvamındaydı. 1800'lü yılların fransasında'ki pudralı erkek ve kadın yüzleri geldi aklıma özellikle bizim yıkılmaz em'imiz devasa bir porselen bebeğe benziyordu.
efektler, kurt efektleri güzeldi. hoplama sıçrama sahnelerinde kullanılan efektlerde çok iyiydi.
filme gelirsek filmin klaksik bir bella sahnesi yerine bir rıley sahnesi ile başlaması sevindiriciydi. geçi sonunda gene bellaya döndük ama olsun hoş bir görüntü olmuştu.
bella ve edward ile alakalı acayip bir romantizim dolaşıyordu. david slade bir action yönetmenidir. sanırım romantizm kokan sahneler konusunda çalışma yapması gerekecek çünkü dozu fazla kaçırmış. çayır sahnesinde çiçeklerin maaşallahı vardı. boylarında yerde yatan edward'ı zor gördüm.
bella'nın edward'ı alarak annesinin yanına gitmesi kısmı çok hafif bir dokunma gibi olmuş. sırf bella ile annesinin edward ile ilgili yaptıkları konuşma yüzünden konulmuş bir yama gidi duruyordu.
ve kurt adamımız jack'in çıktığı lise sahnesi anam o sahnede çıkan jack'e bir team edward olarak ben bile vay dedim. ama o sahne ile fazlaca oynanmış o yüzden çokta içime sindiremedim. kitapta jack ve edward ufak bir kavga moduna giriyorlar okul müdürü gelip onları ayırıp jack'i postalıyordu. ama filmde bella jack'i ile gitti. edward ot gibi ortada kaldı. edward kitapta bellayı jack'ten uzak tutmak için bir sürü dalavere çevirirken acayip bir kabulleniş vardı filmde bu beni deli etti. bu dalavereler tek bir sahne ile geçilmiş.
victoria ile ilk karşılaşma sahnesi başlangıç olarak iyiydi. ama çok fazla hızlıydı ve karanlık. oysa ki yeni ay'da da böyle bir sahne vardı. ve bazen hızlı bazen yavaşlatılmış bir görüntü izletmek için özel bir teknik kullanılmıştı. bence new moon bu konuda daha iyiydi.
kitapta victoria ile ilgili vampirlerin ve kurt adamların bir arada çalışması çok farklı bir şekilde anlatılırken filmde oldukça yüzeysel tutulmuş. herkes hemen görev bilinci moduna geçmişti.
rose ile bellanın konuştuğu sahneyi kitabı okurken nerede ise birebir yaşamıştım. ama film bana aynı tadı vermedi. rose tecavüze uğrayacak ve ölmek üzere terk edilecekti. kitapta adamlar bunu kimsenin geçmediği karanlık bir sokakta yaparken geç bir vakitti çünkü. filmde araçların dolandığı, insanların olduğu bir mekanda yapmaya kalktılar. nasıl nerede yaptılar hala kafam almadı. bana göre buda bir yama idi. kitapta vardı. olması gerekiyordu. ve konuldu bu kadar ama asıl anlatılmak isteneni bana veremedi.
jasper'ın yeni doğanlar'la ilgili olarak verdiği eğitim. bir sürü ağacın olduğu küçük bir alanda verilmiş gibi geldi bana bir ara biri hoplayıp zıplarken bir ağaca bindirecek diye aklımdan geçirdim. jasper ve edward arasında bir dövüş sahnesi bekledim çünkü kitapta öyleydi. ama olmadı. jasper ve alice arasında geçen dövüş sahnesi çok güzeldi. yeni doğanların yaratılışları ve denizden çıkıp gelme sahneleri filme hoşluk katmıştı. ama savaştıkları sahneyi pek beğenmedim. çok hızlı geçti. yani yapılan hemleleri bir anlık dalsanız farketmek zordu. ama asıl savaş dağın tepesinde olduğunu var sayarsak genede güzeldi.
çadır sahnesini sevdim güzel anlatılmıştı. ama edward'ın jack'i çadırdan fırlatıp atmasını görmek isterdim.
kitapta bella jack'e karşı hissettiklerinin ortaya çıkması için jack ona bir oyun oynuyordu. ama filmde o sahnede yüzeysel kaldı.
edward ile bellanın jack ile ilgili hissettiklerini konuştukları sahne çok yüzeyseldi. oysa o sahne tutulma'yı en güzel anlatacak yerdi. ben seni ne yaparsan yap effederim diyen bir edward ve kafası karışık olan bir bella. oysa kitapta her şey konuşulduktan sonra net bir bella vardı. o netliği maalesef göremedik.
ve klasik bella ve edward'ın o muhteşem öpüşme sahneleri yoktu. mesela ben hem alacakaranlıkta hem yeni ay'da o sahnelere bitmiştim, hissetmiştim. hatta belki kendimi bella'nın yerinde hayal etmiştim. ama bu film'de öyle bir sahne olmadı evet öpüştüler ama havada kaldı. bella'nın jack ile olan öpüşme sahnesi bile daha güzeldi.
kitabı okuyan biri olarak gerçekten beklediğimi bulamadım. belkide kitabı okuyup filme gitmek fikri yalnıştı. ama eminim ki kitabı okumadan filmi izleyecek olan arakadaşlar benim aldığımdan daha fazla keyif alacaklardır.
tüm bu olumsuzluklara rağmen, eclipsin hayat bulmuş halini görmek güzeldi. ve yakışıklı vampirimiz edward rolünde robert pattinson'u izlemekte ayrı bir keyifti. kitabı okumayanların hoşlanacaklarını ve kitabı okuyanların pek aradıklarını bulamaycaklarını düşünsemde. sevdim, severek izledim, dvd'si çıksın gene de izleyeceğim bir film olacak.

1 Temmuz 2010 Perşembe

kendini zeki sanan aptallar

öff gene başlamak istemiyorum. canınızı sıkmakta ama içimden kızmak, bağırmak, sağa sola vurmak geliyor neyse yapmayacağım . kendini akıllı zanneden bir zavallı beni kızdırmayı gene başardı.
bilmiyorum neden...
insanların doğasın da mı var ben einstein'ım olgusu. herkez kendini karşısında bulunan kişiden daha zeki sanıyor.
ama değiller. ben bunca yıllık yaşamım boyunca şunu farkettim. insanlar ilgilerini çeken konularda zekiler. mesela madonna'nın bir yazıda ıq'sunun yüksek olduğu yazıyordu. ama o sadece müzik ve dans konusunda zeki bir kadın ama bilgisayar programı yapamaz ve bill gates ise bilgisayar programının anasını ağlatır ama muhteşem bir şarkı yazamaz, söyleyemez yada dans edemez.
böylece teorimde haklı olduğumu ispatlamış bulunuyorum. insanlar sadece kendi ilgilerini çeken konularda zekidirler. mesela ben genel kültür ve özellikle sinema konusunda iyiyimdir. (bunda övünülecek ne var demeyin 30 sene önceki filmi ve oyuncularını hatırlarım) ama kardeşim makine ressamıdır. teknik çizim konusunda süperdir.
sonuçta kendini karşısında bulunan insan dan daha zeki sanan bütün ahmaklara sesleniyorum. ben den yada karşınızda bulunan kişiden daha zeki değilsiniz. sadece ilgi alanınıza giren konuda kendinizi geliştirmişsiniz. sadece kendinizi kandırıyorsunuz.
naber...............
ha bu arada rejim ile ilgili uzun zamanıdır bir şey yazmamıştım. son durum 116,400
not : eve bir an önce bir tartı almam lazım. kıyafet ile tartımlar tutmuyor. kotlar ağır. kumaşlar hafif geliyor.