Pages

21 Eylül 2010 Salı

çocuk

deniz'im okumuş bu gün zeynep için yazdıklarımı
sonra etkilenmiş kendi annesini, miniğinin annesini düşünmüş
(en azından bana öyle geldi, ya da hemen hemen aynı duygularda yazdığımız için yakın buldum kendime yazısını)
anne olmayı düşünmüş, nasıl bir çocuk istediğini
miniğin sandıkta sakladığı sırrını yoklamış belki bunu daha önce yapmıştı ama şimdi yazmak istemiş
onu okurken ona ben hep yanındayım derken verdiği değeri sıkı sıkıya göstermiş
neyse onun yazdıklarını okurken aklıma bir şey takıldı.
bilinenin aksine erkekler hep nedense kızları olsun istiyorlar. sonra neden diye düşündüm sanırım bir kadının onlara muhtaç olarak hayatlarını sürdürmeleri hoşlarına gidiyor. yalnış anlaşılmasın sakın
düşünün bir kere bir kızınız oldu. hayatı boyunca en azından ilk yıllar da annasine daha fazla ihtiyacı olacak. ama zaman ilerledikçe babası onu koruyacak, kollayacak ona istediği her şeyi alacak kısaca kahramanı olacak erkekler sanırım birinin kahramanı olma fikrini seviyorlar.
kadınlarda ise durum farklı biz genelde sevdiğimiz adama benzeyen her baktığımızda bize onu hatırlatan küçük adamlara sahip olmak isteriz. çocuğumuzun bizi korumasını kollamasını ama ne olursa olsun her baktığımızda sevdiğimiz adamı onun hatlarında görmeyi bekleriz. kısaca kendimizin değil oğlumuzun kahraman olmasını isteriz.
burdan yola çıkarak şunu söyleyebilirim.
çocuk tercihlerimizi bile duygularımıza göre yapıyoruz.

Zeynep'in suçu neydi?

15 aylık bir can…
Geçen haftanın satır aralarında kalan bir beden….
Hayatı bir kara mayını tarafından yok edilen bir bebek
Zeynep
O annesini kaybetti.
O vücudunun küçük ya da büyük bir parçasını kaybetmek üzere
Peki ya ruhu, bedeni iyileşecek ama ruhu iyileşebilecek mi hiç sanmıyorum.
Küçücük annesine muhtaç bir bebek ona nasıl annen öldü. Artık yok diyebilirsiniz. Nasıl hatırlayıp hatırlamadığı belli bile olmayan bir olay sonucu annesini kaybettiğini anlatırsınız. Hangi cümleleri kurabilirsiniz.
Dünya da ki en özel çağrıdır bir çocuğun dudaklarından dökülen anne sözü yaşınız kaç olursa olsun cevapsız kalmayacak tek çağrı. Ama Zeynep için artık o çağrıya cevap verebilecek biri yok. Onun artık annesi yok. Onun hayatında olup onu besleyecek, büyütecek ona bakacak biri yok. Çünkü o annesini bir kara mayınına feda etti tıpkı kendi hayatını ettiği gibi.
Geçen hafta yola pkk tarafından döşenen mayınlardan birinin üzerinden geçti bindikleri minibüsün tekeri. Birçok can aldı. Biz sadece arkada en çok canımızı acıtanı gördük
Zeynep
Zeynep daha 15 aylık bir ana kuzusu. Geçen akşam haberlerde izlerken kafama takılan bir soru. İçişleri bakanı çıktı açıklama yaptı. Zeynep iyi ama bacakları kesilecek diye umarım kesilmez. O an fark ettim ki biz zeynep’ten çok şey aldık. Bari bacaklarını almayalım, bari onlar kalsın dedim. Zaten miniğimin annesi yok artık bari ayakta durabilsin diye bacaklarını versin diye Allaha dua ettim.
Allahın işine karışılmaz ama bazen de isyan edesiniz geliyor. Kader kısmet böyleymiş deyip kenara çekilip içinizdeki çığlığa kulaklarınızı kapatamıyorsunuz. Zeynep’e gitmek onu ziyaret etmek onu görmek çözüm değil çözüm bulmak mesele Zeynep yardım istemiyor Zeynep annesini istiyor. Ama biz onu bu hale sokan içimizdeki yılanı bile öldürmeyi beceremiyoruz. Onlara kucak açıyor onları tekrar kazanmak için çaba sarf ediyoruz. Neymiş barış olsunmuş peki zeynep’e annesinin hesabını kim verecek. Zeynep’e bacaklarının hesabını kim verecek.
Zeynep biraz daha büyüdüğünde ona yürüyemezsin senin bacakların yok kim diyecek. Bunu deme cesaretini şimdi onu her gün ziyaret edip destek verdiklerini açıklayan devlet büyükleri yapabilecekler mi?
Ama o kadar pervasız bir milletiz ki inanın üç gün sonra Zeynep unutulacak ve kimse zeynep’e açıklama yapmak zorunda kalmayacak çünkü akılları sıra Zeynep barış için feda edilmiş onca bedenden biri olacak.
Bu yazıyı neden yazdım bilmiyorum. İçim doldu boşaltmak istedim sanırım. Ne zeynep’i ne onun yaşadıklarını nede yaşayacaklarını anlamam, bilmem mümkün değil. Tek bildiğim bir bebeğin annesini kaybettiği. Tek bildiğim bir daha asla yürüyemeyeceği. Tek bildiğim bizim avrupaya yaltakçılık yapmak için bölgesel barış adına adı pkk olan o vatan hainlerini aklamaya çalışmamızın bedelinin masum çocukların masum insanların ödediği. Tek bildiğim zeynep’in büyüdüğünde sokaklarda koşup oynayamayacağı…..

18 Eylül 2010 Cumartesi

ne olmak isterdim ?

bu soru 5 yaşında sorulmaya başlanıp en son lise öğrenimi süresince kafada şekillendirilip üniversite öğrenimi sırasında belirlenen bir cevaptır.
bazen de ne okursanız okuyun içinizde ki ses size eğitmini aldığınız şeyden farklı bir yöne yönlendirir.
32 yaşından sonra geriye dönüp tüm pişmanlıklarınızı gözden geçirerek vereceğiniz cevap ise benim gibi sadece bir hayalden öteye gidemez.
küçük bir kızken dans etmek isterdim hatta saatlerce dans ederdim. hala hayalim dansçı olmak var evet şişmanım ama dans ederken kendimi ruhumdan bedenimden ayırıp farklı bir dünyada buluyorum bu da beni mutlu ediyor. özgürce müziği hissedip dans etmek bedenimin her kasını kullanmak istiyorum. dans ile yatıp dans ile kalkmak istiyorum. zevk aldığım için bunu yapmak istiyorum. ve itiraf ediyorum evde kimse olmadığı zamanlar müziğin sesini sonuna kadar açıp dans ediyor, kalçalarımı ve bedenimin her tarafını sallayıp müziğin ritmine uyuyorum. neyse bir gün kendime uygun bir dans kursu bulursam belki amatörce bu tutkumu tatmin ederim.
hayalime gelince güleceksiniz biliyorum. hayatım boyunca dans gibi hissettiğim, beni alıp götüren içinde yoğuran şekillendiren bazen hüzünlendiren tıpkı tom hanks'in philadelphia filmindeki maria calas'ın seslendirdiği o müthiş arya gibi bazen mozart'ın türk marşı gibi beni coşturan tutkum müzik. işte bu tutku yüzünden mozart gibi muhteşem bir kompozitör ve orkestra şefi olmak isterdim. kendime göre bir kulağım var aslında bu konuda tam bir deliyim. müziği duyduğum her noktada ritim tutar hatta keman yada piyano çalıyorsa parçada ellerimle onların hareketlerine uyarım basılan her tuşu taklit ederim. kimse yalnış anlamasın ne keman ne piyano çalmayı biliyorum ama içimde hissettiğim hali ile onlara ayak uyduruyorum. davulda süperimdir ama, bazende çok fazla keyif aldığım bir klasik müzik parçasında orkestra şefinin yerine ben şeflik ederim parçaya.
evet bir kompozitör ve orkestra şefi olmak isterdim. bütün enstürüman çalan sanatçılara hükmetmek onların bana yaşattığı duyduyu vücut dilim ile onlara yansıtmak ve izleyicilere mühtiş bir müzik ziyafeti vermek isterdim.
tıpkı james horner gibi muhteşem besteler yapmak isterdim. ve bir gün onları muhteşem bir orkestra ile çalmak hatta daha ileri gidip adrea bocelli'nin arkasında o müthiş aryalara eşlik etmek isterdim.
sadece bir hayal sadece küçük bir arzu asla olmayacak bir tutku

17 Eylül 2010 Cuma

Ölmeden Yapılacaklar

Ölmeden yapmak istediğim iki şey var.
Bunların ikisi de maalesef biraz cesarete biraz da maddiyata bakıyor.
Birincisi Adrea Bocelli’nin bir konserine gidip onun canlı performansını izlemek ki şu anda içinde bulunduğumuz koşullarda adamın İstanbul’a gelmesi mümkün olmadığı için benim onun konser takvimine uymam gerekiyor ki bu da çok zor. Geçenlerde sitesinde programına baktım hatta konser biletlerinin fiyatına bile o kadar uzak ve imkansız geldi ki tahmin edemezsiniz. Ama bir gün mutlaka yapıcam onu canlı izleyeceğim sadece şu an bunu yapamıyorum.
İkinci yapmak istediğim İskoçya’yı adım adım, dağ dağ , taş taş dolaşmak. İskoçyalı filminden sonra cesur yürek ile alevlenen İskoçya tutkum her gün onların doğasına, müziğine duyduğum açlık ile artıyor. Gaydanın çıkardığı nameler ile o toprakların kokusunu duyduğumu havasını içime çektiğimi düşünüyorum. Tarihi yerleşim alanlarını, kısmen halen sürdürdükleri geleneksel yaşam tarzlarını, kilt adını verdikleri kıyafetlerinin hikayesini ve kendine has müziklerini onlardan öğrenmek ve dinlemek istiyorum.
O kadar içime işlemiş ki İskoçya müziklerini duyduğumda kendimden geçiyorum. Üzerinde adının yazdığı her şeyi okumaya gayret ediyorum. Beni bilirsiniz best salerlar vazgeçilmezimdir. Bu yüzden içinde İskoçya hikayeleri geçen ne kadar kitap varsa hepsini alıp okuyorum. Onların kitaplarda yazıldığı kadar kaba olduklarını zannetmiyorum ama gene de o kitaplarda ki ilkellik ve yaşam tarzı beni cezbediyor. Bir gün mutlaka oraya gideceğim gitmezsem her halde gözüm açık giderim.

16 Eylül 2010 Perşembe

ben bir alışveriş koliğim

ama kimse sanmasın ki öyle giyim kuşam alırım.
ben kitap alırım paramın çoğunu kitaplara yatırırım.
epsilon ve ya yeni sayfa'nın internet sitesinde ne zaman ilgimi çeken yeni kitaplar görsem ellerim kaşınır.
d&r'ın önünden geçmemek için savaş veriyorum.
mesela bu sabah yeni bir kitap çıkmış almam lazım. bayramdan öncede phillippa gregory'nin son kitabı beyaz kraliçe çıkmıştı. bir tane daha vardı almak istediğim 3 etti şimdiden.
offf offf alıncak kitaplar listesi uzuyor ve benim ellerim kaşınıyor her an kredi kartına saldırabilirim.
şu aptal borcu bir bitirebilsem çok az kaldı gerçi sonra rahatlayacağım bütün derdim bitmiş olacak.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Bayram'dan Akılda Kalanlar

Bayram namazı ile bismillah dedik kalktık yataktan. Kahvaltı mahvaltı derken babam bir gece önceden beri arada ağzından çıkartmaya uğraştığı baklayı çıkardı. Eşyaları toparlayın dedi Ürgüp e gidiyoruz.
Aslında Ürgüp planımız daha önceden mevcuttu. Ama kardeşimin iş durumu belli olmadığı için ertelenmişti. Onun da bayramda çalışmayacağı kesinleşince (mesai saatleri garip bir işte çalışıyor kendisi) babam gidiyoruz dedi. Saat 9:30 da yola çıktık. Ne bayram ne seyran olmadı bizim için gezmek görmek ti amacımız. Anamın babamın elini öptüm kardeşlerimle bayramlaştım benim için o dakika bitti bayram.
Akşam saat 18 gibi Ürgüp e vardık. Konaklama sorunu olabileceğini düşünmemiştik. Ama meğerse Ürgüp ün en cafcaflı zamanları bayramlar olurmuş yabancı turistler kadar yerlilerde geldiğinden yer bulmak epey zor olur dedi ilk sorduğumuz pansiyoncu baya da gözümüzü korkuttu bu yüzden bizde üçüncü sorduğumuz yerde üç kişilik bir oda bulunca ilave yatak attırıp dört kişi yattık. Mecburiyet ne yaparsınız.
Gerçi başıma geleceği bildiğim için gece pek keyifli başlamadı. Babam acayip horlar kardeşimde ona rakiptir. O yüzden ben sabaha kadar uyuyamadım. Sabaha karşı dalmışım sonra saat 6:30 gibi kalktım. İyi ki de kalkmışım kaldığımız otel Kapadokya palace hem eski mağaradan oyulma odalara hem de taş duvarlara sahip yeni odaları vardı. Yeni dediysem onlarda eski ama ötekiler gibi değil. Neyse biz mağaralardan oyulan o odalardan birinde kaldık. Büyük bir avluya bakıyordu. Odanın önünde hemen kocaman sedirler vardı. Sabah orada oturdum. Temiz havayı çektim ciğerlerime sonra rüzgar’ı, kuşları ve sessizliği dinledim. Serindi azıcık üşüdüm ama güzeldi. Kahvaltının ardından bir tur ya da rehber ayarlamaya çalıştık ama turlar bölgesel olduğu için üç günde gezilecek durumu yoktu. Belirli bir bölgeyi alıyor sadece orayı gezdiriyorlardı. Rehber dedik sezonda çok zor dediler bizde çıktık kendi başımıza yola …
Ürgüp e daha önce gidenler bilirler tepe var temenni tepesi bütün Ürgüp ü oradan görebilirsiniz. Oradan asmalı konak dizisinin çekildiği konağa gittik. Dizide kocaman bir konak görmüştüm. Ama iş öyle değil. Sokak arasında bir yer girişi çok ufak sahibi orayı turistik geziye açmış iki liraya gezdiriyor. Harika bir konak orada yaşamak isterdim. Dışı ufacık bahçesi filmde gözüktüğü kadar büyük değil ama gene de büyük bir yapı sanırım 15 odası felan var. Seymen ağa ile baharın odasını aynı filmdeki halleri ile muhafaza etmişler hayat’ın beşiği bile duruyordu. Sonra girişe filmde oynayan oyuncuların fotoğrafları koyulmuş ha birde atv anıt felan yaptırmış oraya güzeldi. Konak başlı başına güzeldi. Gördünüz biliyorsunuz işte.
Oradan tekrar şehir merkezine indik. Merkezde bir saat kulesi var onun fotoğrafını çektim. Bu arada bir sürü fotoğraf çektim. Bu seferde şu anda yer gök aşk dizisinin çekildi daha birçok diziye ev sahipliği yapmış olan o güzel konağı buldum.
Set kuruluyordu çekim varmış. İçeri giremedim tabii izin alıp bir iki fotoğraf çektim. Oyuncuları da göremedim. Abdullah oğuzu gördüm.
Oradan yola çıktık. Göremeye gittik. Yol üzerinde bulunan yerleri gezdik. Göreme de açık hava müzesi var onu gördük sonrada avanosa geçtik. Orada pek bir şey yoktu. Dönüşte paşaçayırına girdik. Orası güzeldi. Mekanı tepeden görmek için tepeye çıktım. İnerken düştüm bileğimi incittim. Peri bacalarını içlerine oyulan evleri görmek isteyen ben bunu en güzel göreceğim mekanlardan birinde sakatlanınca arabada oturmak zorunda kaldım. Oradan uçhisara oradan da nevşehir merkeze dönüp Ürgüp gezisini bitirdik.
Ürgüple ilgili birkaç not
Rezervasyon yaptırmadan gitmeyin
Tur veya rehber ayarlamadan gitmeyin biz iki hatayada düştük ve eminim görmemiz gereken bir sürü yeri görmeden geri geldik.
Nevşehir den yola çıktık bu sefer hedef Ankara. Yol üzerinde tuz gölüne uğradık. Gölün üzerinde yürüdüm acayip bir deneyim ister istemez tırsıyorsun ya kırılırsa diye ama kimsenin umurun da değil.
Ankara ya akşam 18 sıraları vardık. Gençlik parkını, eski meclisi gezdim. Ankaralılar alınmasın ama pek beğenmedim. Trafik çok saçma idi. Kimse ışıkları umursamıyordu. Bir an dalsanız bir arabanın altında kalmanız büyük ihtimal. Sonra temiz değildi. Biz ulusta kaldık belki sadece orası öyleydi bilmiyorum. yaa sokak lambaları bile çalışmıyordu. Sonra her taraf pisti. Bilmiyorum sevmedim ulusu. Diğer taraftan diğer semtlere de şöyle araba ile geçerken göz ucu ile baktım. Oraları biraz daha terli toplu idi. Ankara ya uğramamın asıl nedenine gelince
Dünyanın en güzel mavi gözlerini görmek için gittim. 32 yıldır onu ziyaret etmek için bekledim. Ve gün bu gündür. Anıtkabire gittim. Mavi gözlü devi görmeye lahidin önünde onun için dua okudum. Kim ne derse desin onu bize verdiği için Allaha dua ettim. Gözlerim doldu başım eğik kaldı. Onun istediği, düşündüğü gibi biri olamadığım için üzüldüm. Anı defterine yazdım. Buradayım dedim ama çare olamadım dedim.
Lahidin altında ki gerçek mezarının görüntülerini canlı izledim. Salonun ortasında mezarı mezarının etrafında ilk sırada Türkiye’nin bütün illerinden gelen toprakların olduğu vazolar var sonra ikici bir vazo sırası var orada da Türki cumhuriyetlerden gelen topraklar var.
Müzeyi gezdim. Kılıçlarını, silahlarını, kırbaçlarını, kişisel eşyalarını, giysilerini, sigara tablalarını, yazdıklarını, okuduklarını gördüm. arabalarını, küçük teknesini ve onu anıtkabire getiren top arabasını gördüm. resimlere baktım. Portrelerini inceledim. O kadar güzel bakıyorlar ki ona yüz yıllık resimler bile sanki dün yapılmış gibi pırıl pırıl cap canlı
Öyle bir baktım ki onlara öyle bir baktı ki sanki bana alev alev mavi gözler içime işledi sanki o heybet o bakışlar kim ne derse desin bence müthiş bir adam müthiş te yakışıklı bir adam. Sonra askerlerin nöbet değişimini bekledim. Harika bir törendi. Aslanlı yolun başında ilk değişim yapıldı. Sonra ayaklarını yere vura vura kabire ilerlediler. Ayak sesleri bütün meydan da yankılandı. Öyle bir ritim öyle bir hareketlilik, orada bulunan askerler den birine sorduk. Nasıl bekliyorsunuz dedik böyle kıpırdamadan. İki saatte bir nöbet değiştiriyorlarmış. İrade gücü ile duruyoruz dedi. Eyvallah dedik.
Mekan inanılmaz zaten tertemiz yerler pırıl pırıl. Tuvaletler bile hani bal dök yala derler ya o kadar temiz.
İşin açıkçası asker kendine emanet edilen mukaddes emanete öyle bir bakıyor ki görmeniz lazım. Ömrüm yeter de umarım bir daha gider mavi gözlü devi bir daha görürüm.
Cumartesi akşam saat 5 gibi istanbula geldim. Tatil bitti. yorgunluk halen var. Deydi mi deydi. En büyük kazancım anıtkabir oldu. Buda bana yeter.
Ama hep derim gene diyeceğim. Türkiye’nin hangi şehri olursa olsun, dünyanın hangi noktası olursa olsun. Benim boğazımın istanbulumun yerini tutamıyor.

11 Eylül 2010 Cumartesi

ÜRGÜPTEN SONRA BİR ANKARA YAPTIM
AMA İSTANBUL GİBİSİ EV GİBİSİ YOK BE

9 Eylül 2010 Perşembe

KAPADOKYADAN SEVGİLER
AYRINTILAR DÖNÜŞTE

6 Eylül 2010 Pazartesi

Önemli not

Galiba benim ada gezisi işide yatacak gibi
Az önce AKOM'un sitesinden haftalık hava durumunu kontrol ettim bayramda ilk iki gün parçalı bulutlu 26 ile 28 derece arası sonra ki iki gün parçalı bulutlu yağmurlu
Off off geçermi bayram evde yaaaa
Ama umarım düzelir hava yoksa harbiden yandı gülüm keten helva

tatil geldi tatil

ve
bayram geldi
nerede o eski bayramlar diye başlayıp onları anlatmakla geçirmeyeceğim zamanımı
bu işin en kötü tarafı şu kendimizden vazgeçiyoruz, ailemizden gözümüzün gördüğü her şeyden vazgeçiyoruz.bayram anti sosyal yaşam şeklimiz sonucu tatil oluyor.
bayram tatili malum dört gün ve benim bir ürgüp olayım vardı. ama dün gece itibari ile yattı.
şimdi istanbuldayım ama olsun burada da gezecek yerler var. sadece zamanın kısıtlı olması problem dört gün çok çabuk geçiyor.
şu anda belirlenmiş planım büyükadaya gitmek tabii hava şartları müsade ederse onun dışında da istanbulda gezecek mekanlar bulurum böylece o dört günü bu şekilde değerlendiririm.

3 Eylül 2010 Cuma

Rüzgar esti geçti ama nasıl geçti

Geçenlerde bu ara kafayı eski filmlere taktığımı söylemiştim. Dün bir sinema klasiği olan Rüzgar Gibi Geçti’yi izledim. O nasıl bir oyunculuk Clark Gable ve Vivien Leıgh gerçekten döktürmüşlerdi. Filmi seğrederken konudan ve oyunculardan etkilenmenin yanı sıra filmde kullanılan evlerin mimarisine de kaptırdım kendimi, o nasıl binalar, nasıl merdivenler, nasıl sütünlardı öyle neyse…
Filmi bitirince bu sefer aklıma bu filmin devamı niteliğinde çekilen 1994 yapımı scarlet adlı dizi geldi. Timoty Dalton ve Joan Whalley bu sefer filmin baş rollerindeydi. Ve gene muhteşem mekanlarda çekim yapılmıştı. Hatta nehir kenarında bir malikane vardı. Oraya ve bahçesine ölmüştüm.
Sonra aklıma geçmiş geldi. Hatırlayanınız var mıdır bilmem. Scarlet dizisi çekileceği zaman bir çok ülkede bu dizi için başrol oyuncusu aranmıştı. Scarlet rolünü oynayacak yeni bir yüz sene 1993 sanırım star tv’de seçmeler yapıldı. 15-20 tane gencecik kız katıldı yarışmaya oyunculuk deneyimlerinden ziyade güzelliklerine, duruşlarına bakıldı. Dün filmi izledikten sonra o kızları gözlerimin önüne getirdim. Puantiyeli, kabarık etekli elbiseler içinde ellerinde eldivenleri ve şemsiyeleri ile sahnede duruyorlardı. 18-20 yaşında kızlar.
Dün diziyi seğretmeden önce ben rüzgar gibi geçti’nin tekrar çekimi zannediyordum. Sonra baktım ki kaldığı yerden devamı niteliğindeymiş yani ekranda 3 koca eskitmiş 6 yaşında kızı ölmüş 30 yaşlarında bir scarlet vardı. Sonra o seçmeler aklıma gelince gülmekten kendimi alamadım. Yarışmaya katılanların hiç birinin yaşı scarletin yaşının yanından bile geçmiyordu. Dolayısı ile bizde yarışmayı kazanan arkadaş Amerika da yapılan seçmelerde yarışmayı kazanamadı.
Böyle bir organizasyonda yer alırken bu organizasyonu yapanlar nasıl böyle bir konuyu atlarlar. Üstelik Timoty Dalton gibi bir adamın karşısında oynayacaksın oyunculuk becerin yok denecek kadar az. Kızları da organizasyonu yapanları da becerilerinden dolayı kutlamak lazımmış o zaman bilememişim.

2 Eylül 2010 Perşembe

Koyverdim gitti. Epeyde uzun oldu.

Bu gün sırlarımı paylaşmak istedim sizinle, aslında sır da değil anlatacaklarım geçmişim dostluklarım. Dost bildiğim bana nefes kadar yakın olan ama terk eden insanlar….
İlk okulda selen vardı. Daha birinci sınıfta arkadaş olmuştuk. Yediğimiz yemek, içtiğimiz su ayrı gitmezdi. Okuldan arta kalan zamanlar da ya bizim evdeydik ya onların evinde. Annesi Suzan teyze şeker bir insandı. Aslında kültürel olarak ailemden ya da çevreden çok farklı olsa da her ortama uyan bir kadındı o yüzden annelerimiz de çok iyi anlaşırdı. Öyle çocukça oyunlarımızı, sırlarımızı paylaşır beraber ders çalışırdık. Sonra ilkokul bitti. Ortaokula da o bir başka okula ben bir başka okula gittim. Yıllar sonra bir gün okuldan dönerken onu metro da gördüm. Bu onu son görüşümdü. Şimdi nerdedir, ne yapıyor hiç bilmiyorum.
Ortaokulda özlem vardı. En deli olduğumuz zamanlar onunla da sıkı arkadaştık. Bütün günü beraber geçirir birbirimizden ayrılmazdık. Misal o erkek arkadaşı ile mi buluşacak anam karın altında parklarda beraber beklerdik. Çocuğun evinin kapısına beraber dayanırdık. Okul da yapışık ikizler gibi dolanırdık. Sonra lise dönemin dede o benim en yakın arkadaşım oldu. Etrafımız değişmeye başladı. Ben değiştim oda değişti. Sonra zamanla arkadaşlığımızı başka şeylerle takas etmeye başladı. İşte ben o nokta da koptum. İnsan sevgilisini, kocasını değiştirebilir ama dost, arkadaş aile gibidir. Değiştirilemez o değiştirdi. Onunla ilgili son hatıram evlendiği gün birbirimize sarılıp ağlamamızdı. O bir veda idi. Arada sokakta hala rastlaşıyoruz. Kocaman bir kızı var birbirimizin hatırını soruyoruz. Oysa bir zamanlar birdik.
Sonra ilk çalışmaya başladığım yerde canan’ı buldum. Ona kırgınlığımı özlem’le aramda geçenleri anlattım ve dedim ki bir gün bana aynısını yaparsan seni asla affetmem bunu bilerek benle arkadaş ol. Şimdi birbirimizi göremesek bile çok uzun zamandır arkadaşız hatta onun nikah şahidi olmuştum. Arada telefonla konuşuyoruz iki dünya tatlısı çocuğu var.
Aaaa pınarı unuttum. Yok unutmadım. O benim lise dönemimde tüm o özlemden uzaklaştığım zamanlarda tek arkadaşım sırlarımı bilen tek kişi idi. Dünya tatlısı bir insandır. Sizi dinler anlar doğruyu ya da yanlışı söyler, destekler her daim yanınızda olmak için uğraşır. Şimdi görüşemiyoruz. Telefonunu değiştirmiş. Aslında kırgınım ona madem telefonu değiştirdin bir ara haber ver gerçi ben de bu arada taşındım ev telefonuma ulaşmaya çalıştıysa da başaramamıştır. Geçenlerde eski dosyalarımı karıştırırken birbirimize yazdığımız mektupları buldum. Okurken geçmişi hatırlamak çok güzel oldu. Birinde bir adres buldum. Evine de birkaç kere gitmişliğim var bir ara tekrar o tarafa gittiğimde evi bulup kapıya dayanmak niyetindeyim. Umarım hala aynı evde oturuyordur. Ya da ondan haberi olan birileri vardır.
Ha bu arada parantez açmak lazım Abdullah vardı hayatımda lisede. Ben hayatım boyunca kızlardan daha çok erkeklerle anlaştım. Gördüğünüz gibide kız arkadaşlarımın sayıları bir elin parmaklarını geçmez. Abdullah benim lisede sınıf arkadaşımdı. Onunla ilk karşılaşmamız kavga ile olmuştu. Çok yakın iki arkadaş olduk. Bir kız ve bir erkek için çok ama çok yakın babamın beni emanet edebileceği tek erkek oydu. Ona kız ayarlar, beraber her yerde sürterdik. Okul bittikten sonra o üniversite için şehir dışına gitti. Ben onu o zamanlar o kadar çok özledim ki farkına varmadan onu farklı bir yere koydum. O zamanlar belki onun yoksunluğundan belki fazlaca özlediğimden onu sevdiğimi düşünüyordum. Hatta hiç unutmam ağzını aramak için benden hoşlanan biri olduğunu yazmıştım. Eve döndükten sonra bir süre daha görüştük. Sonra oda telefon numarasını değiştirdi. Bir kere evinden aradım annesi asker de dedi. Sonra bir daha aramadım. Şimdi nerde ne yapıyor bilmiyorum.
Sonra o kadar güvensizliğin ardından bir başkasına güvendim. Aynı işyerinde çalışıyorduk. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. O benim için tekti. Bende onun için öyle olduğumu zannediyordum ama değilmişim. Adını yazmıyorum çünkü bu bloğu biliyor burayı okuyacaktır. Adını yazıp yazmamak neyi değiştirecek bilmiyorum ama yazdıklarımı okusa bile bir anlam verip bir değer verecek mi bilmiyorum. Kıskanılası bir arkadaşlığımız vardı. Hatta onun eski arkadaşları sırf bu yüzden uyuz olurlardı. Her hafta sonumuzu her boş vaktimizi beraber geçirirdik. Sırlarımız vardı. Ben ona bir şey anlatırken bunu bir başkasının duyacağını asla düşünmezdim. Ama duyuyormuş her üzüldüğünde her hastalandığında her bana ihtiyacı olduğunda yanına koşarak gittiğim o insan benden bir basamak yukarıya başkasını koymuş. Ve ben ne söylersem onun haberi olmuş. İşin komik yanı o bir basamak yukarı koyduğu insanla şimdi sırf onun yüzünden aram berbat. Yıllarca konuştuğum arada dertleştiğim bazen özel hayatına girdiğim o insan şimdi beni dedikoducu, insanların arkasından konuşan, her söyleneni bir başkasına yetiştiren biri olarak biliyor. Oysa ben sadece en yakınımda ki kişiye bunları söyledim. Art niyet beklemedim. Güvendim. Sırlarını sakladığım kişiye kendi sırlarımı verdim. Şimdi ikisini de kaybettim. Ama beni dedikoducu olarak bilen abim diyebileceğim o kişi ile ilgili söyleyeceğim tek şey sadece beni öyle bilmesi ve suçlaması canımı sıkıyor gerisi umurum da bile değil şimdi hiçbir şeylerine karışmıyorum ne halleri varsa görsünler umurumda değil.
Ama diğeri canımı çok fazla yaktı. Aylarca anneme bile konuşmadığımızı söylemedim. Belki altı ay boyunca sadece iş için konuştuk. O zamanlar başka iş arkadaşlarım ile yaptığım planlara alınmasın diye onu bile davet etmelerini istedim. Ama o sanırım sadece onunla tekrar barışmak için yaptığımı düşündü.
Neden kırıldın derseniz. Bir saçmalıktı bir plan yapmıştık. Bir yere gidecektik. Ama bizim programımız bozuldu ve gidemedik. Ama o az önce yazdığım benden bir basamak yukarıda olan insanın lafına istinaden beni arkada bırakıp gitti. Ağzımdan bir sürü saçma şey çıktı. Ama bana o gitmemi söyledi bende gittim deyince şalterler attı. İlk defa o zaman en yakın arkadaşı olmadığımı anladım. İlk defa o zaman bir değerim olmadığını anladım. Benim için ailemden sonra en yakın arkadaşım gelir onu satmam ne olursa olsun desteklerim bir başkası ile takas etmem hatta yeri gelir ailemi bile karşıma alırım ama işler öyle olmuyormuş. Bekledim ki yaptığı şeyde haklı ya da haksız olsun gelsin konuşsun benle diye ama gelmedi. Da ha da beter olanı iş yerinde bir başka arkadaşımızla öyle bir içli dışlı oldular ki aslında kızı ondan çok önce tanımış olmama rağmen hiç tanımamışım onu anladım. Şimdi kankalar içtikleri yerdikleri ayrı gitmiyor. Hayatlarına karışmıyorum. Ben bir birey olarak kendi ayaklarımın üstünde duruyorum. Daha önce onunla yaptığım şeyleri şimdi kendim yapıyorum. Onlarla hiçbir şey konuşmuyor kendimi çekiyorum. Şimdi yeni şubeye geldiğimden beri ise daha iyi oldu. Evet konuşuyoruz. Hala bazı şeyler paylaşıyoruz. Ama şimdi sadece anlatmak istediklerini dinliyorum. Sormuyorum sorgulamıyorum fazla içine girmiyorum. Duvarın dışındayım.
Tüm bu olanlardan sonra bir şeyin farkına vardım.
Bütün yukarıda yazdığım arkadaşlarım özellikle son yazdığım tanıştığımızda kendi hallerinde kimi çekingen, kimi içine kapanık, kimi insanların arasına çıkmayı sevmeyen, kimi saf olan, kimi acayip sosyal insanlar dı. Ben onları aldım. Bir anne gibi büyüttüm. Ama hep o ilk bildiğim tanıdığım hallerin de olmalarını istedim o şekilde hayal ettim. Sokağa sadece kendi semtine ya da alışveriş merkezine gitmek için çıkanlara yaşanacak bir şehir olduğunu gösterdim. Sadece benimle dışarı çıkan o insanlar şimdi. Sadece İstanbul la kalmıyorlar sınırlarını genişlettiler.
Benim hatalarım yok mu evet var hatalarımın da farkındayım. Farkında olmadıklarım da vardır illaki ama bunu konuşarak halledebilirdik. Farkındayım sabit fikirliyim dediğim dediktir ama anlarım bencilce olmadan doğru düzgün anlatılırsa anlarım.
Ama en büyük hatam neydi biliyor mu sunuz? . Bütün bu insanlar arkadaşlığımızın ilk dönemlerinde onları yönlendirme me onları kontrol etmeme o kadar müsama gösterdiler ki hayatlarının o dönemine en azından arkadaşlık çerçevesinde hep iyi yada kötü müdahale ettim. Ama ne zaman onlar kendi ayaklarının üzerinde durmaya alıştılar, oyunlar oynamayı öğrendiler işte o zaman kontrolü kaybetmeye başladım. Ve ben bir ilişkide kontrolü kaybedince yıkım kaçınılmaz oluyor. İşte en büyük hata insanların hayatlarını yönlendirmeme izin vermelerine göz yummam oldu.
Şimdi yalnızım sırlarımı anlatacağım arkadaşım yok. Pardon filiz var. Şimdi dışarıdan bakabiliyorum. Ama ne canımı acıtıyor biliyor mu sunuz?
Ya ben insanları hiç tanımamışım ya da çok kolay kandırılacak kadar safım son arkadaşım ile ilgili o kadar çok şey işittim ki hala inanmak istemiyorum inanmamak için gayret sarfediyorum. Onunla bir gün bunları konuşabilirmiyim, bilmiyorum. Bir şeyleri tekrar düzeltebilirmiyiz bunuda bilmiyorum. Düzeltmek istediğimden de emin değilim.
Sanırım ben sadece kendini uyanık sanan aslında bir çocuk kadar saf biriyim galiba.
Şimdi filiz var hayatımda onu hiç görmedim mail ile görüşüyoruz. Sanırım bu yüzden o na her şeyimi anlatabiliyorum. Bayramdan sonra bir aksilik olmaz ise göreceğim onu ikimizde birbirimize sürpriz olacağız.
Sonra 7 ailem var. Bu aralar bir kısmı tatilde bir kısmı okul hazırlığında hatta tam şuan şükücanım msn’i açtı kısa bir ara verip ona mesaj attım. Yaşları benle aynı yada ufak olsalar da, onları hiç görmesem de onlarla bir şeyler paylaşmak hoşuma gidiyor
Fazla uzun bir yazı oldu blog ne olur kusuruma bakmayın koyverdim kendimi gitti.

1 Eylül 2010 Çarşamba

copya çekmenin sonuçları

hani size dün copya çektim demiştim ya yazım için dünden beri hala o hatıralar furyası devam ediyor.
bu hatıraları yazanlar benim beş arkadaşım arada yazılarım da bahsettiğim net'ten edindiğim ama görmediğim arkadaşlarım.
sabah bloglarını açtım okudum. okurken güldüm, üzüldüm, sevindim.
bazen komik, bazen samimi, bazen sevecan, bazen kızgın, bazen alınganlar daha doğrusu hepimiz öyleyiz sanırım.
onların anılarını sevdikleri şeyleri okurken keyif aldım. 32 yaşında biri için onların yaşları her ne kadar bende genç olsada çok fazla ortak yanımız olduğunu aslında hepimizin sevinçleri, üzüntüleri, yalnızlıkları hatta ortak sorunları olduğumuzu gördüm. sevindim mi
evet aslında sevindim. insanlar kendilerini o kadar çok saklıyorlar ki bazen kendi adıma konuşayım yaşadığım sıkıntıları sadece kendim yaşıyormuşum gibi geliyor.
şimdi kendimi o hatıralardan sonra daha iyi hissediyorum. kendimi de onları da seviyorum.

not : bono boğaz köprüsünde yürüyecekmiş ben neden yürüyemiyorum? üstelik ben her geçişimde para ödüyorum. yani tepe tepe kullanma hakkı bende olmalı değilmi.....