Pages

28 Haziran 2010 Pazartesi

cıvık hamur

az önce bir arkadaşım nasıl olduğumu sordu. ona önce kulak memesi kıvamında hamur olduğumu daha sonra ise aslında cıvık kıvamda bir hamur olduğumu ve şekle girmediğimi söyledim.

bu gün hiç bir şey yapmak gelmiyor içimden. sanki tamamen boşluktayım. içim sanki çamaşır suyu ile yıkanmış gibi. temizlenmek değil kastettiğim, içimde ne varsa söküp almış götürmüş. bom boş.....

aslında işin gerçeği canım sıkkın. babamla dün hala bizi kalıba sokmaya uğraşması üzerine tartıştık. oda kendince haklı, bizi kendi istediği gibi görmek istiyor. hangi ebeveyn istemez ki, çünkü onlar feleğin çemberinden geçmişlerdir. her şeyi yaşamışlardır. ama sorun şu ki onun ve benim doğrularımız çok farklı. bana göre doğru olan, ona göre yalnış.

ama biz farklı bir jenerasyonuz. onlarda kendi ebeveynlerinden farklıydı. bu hep silsile yolu ile devam eden bir akım. her çocuk kendinden önce ki nesilden farklı. ama ebeveynler inatla onları şekillendirme uğraşlarından vazgeçmiyorlar.

babam hala onun istediği yerde, onun istediği şekilde, onun uygun göreceği yaşam şeklini paylaşmamızı istiyor. o zaman ben de dedim benim isteklerimi paylaşmanızı istiyorum. newyork'ta yaşamak istiyorum. her sabah centrall park'ta yürüyüş yapmak istiyorum. ama maalesef ne o ne de ben fikirlerimizden vazgeçmeyecek olsakta, içinde bulunduğumuz şartları kabul ediyoruz.

5 yaşında bir çocuğu yoğurabilirsiniz. 15 yaşında bile yapabilirsiniz ama 25 yaşından sonra bir çocuğa ne olursa olsun şekil veremezsiniz. çünkü artık o bir çocuk değil, kendi ayakları üzerinde duran bir yetişkindir. hata yapmayı da hatanın bedelini ödemeyi de kendi öğrenir. ama siz hala inat ediyorsanız, hamuru yoğurmak konusun da işte o noktada çatışma çıkıyor. her kezin dediği jenerasyon farkı çıkıyor ortaya.

kendi bakış açımla şunu söyleyebilirim. eğer bir çocuk, ailesini utandıracak, üzecek, kızdıracak her hangi bir şey yapmadıktan sonra o çocuğun hamurunun yoğurulması için ısrar etmenin mantığı yok sonuçta dünyada ki en büyük kuralı öğrenmiştir. o noktada çocuğunuzu serbest bırakmanız ve onunda kendi hamurunu yoğurmayı öğrenmesi gerekiyor.

ben kendi hamurumu yoğurabiliyormuyum? sanırım buna cevap hayır. öğrenmek için çabalıyormuyum? sanırım buna da cevap hayır. çünkü düşündüğüm den çok fazla engellerim var. duvarlarımı kırmak, aşmak bedeli çok ağır olacak şeyler. o yüzden hala bekliyorum. hala bir gün kendi hamurumu kulak memesi kıvamına getirmek ve ona şekil vermek için bekliyorum.

22 Haziran 2010 Salı

annanemi anma

annanemi 5 yıl önce karlı bir günde kaybettim. itiraf ediyorum son dönemlerine kadar onu çok severdim. hala da seviyorum ama psikolojik rahatsızlıklarından dolayı son beş yıl ailecek fazla sıkıntılı geçti. annanemin kendine ait bir dünyası vardı. kafasının içinde karabasanlari, hayaletler, hortlaklar dolaşırdı. o kadar psikolojisi bozuktu ki bu konuda gündüz yada gece farketmez bir anda kriz geçirir sizi bile tanımazdı. bazen beş dakika sonra bazen yarım saat hatta bir saat sonra kendine gelir olan biteni hatırlamazdı. bir gün tuvalette düştü. kafasını lavaboya çarptı. beyin kanaması geçirdi. onbeşgün hastanede yattı. en sonunda doktorlar bizim yapacağımız bir şey yok deyip eve gönderdiler üç gün sonrada vefat etti. hatırlarmısınız bilmem 2005 yılında müthiş bir kar yapmıştı. cuma günüydü. işteydim babam aradı. annanen öldü dedi. biz gidiyoruz dedi. peki biz dedim. gelmeyin dedi.
üzüldüm ama hak ta verdim. annaneme son görevimi yapmam gerekirdi. birbirinden kopuk ama çok kalabalık bir aileyiz. hepimiz bir araya geldik mi ; teyzemler, dayımlar, kuzenler, yeğenler mümkün değil o kocaman eve sığamazdık. çok komik bir durum gitmememiz de isabet olmuş. köy yolu kapandı bizimkiler bir hafta rehin kaldı köyde.
annanemle o kadar çok hatıram var ki o kocaman evde. köyde ki evimiz iki bölümden oluşuyor bir eski ev var rahmetli dedem yapmış. annem ile babam evlenmeden bir kaç yıl önce ölmüş onu hiç tanımadım. dört oda bir mutfak ama harika bir evdir. sıcacık, yalın, duvarları kerpiçten, pencerelerin kenarlarında bir insanın oturacağı kadar boşluklar var. saatlerce oturur orada dışarıyı seğrederdim. bir de yeni ev vardı. bildiğiniz soğuk betonarme.
akşam kaçta yatarsam yatayım sabah ezanın da kalkar tertemiz havayı içime çekerdim. sonra hemen aşağı ocağın yanına daha doğrusu annanemin yanına iner annemler kalkana kadar onunla otururdum. bazen de o sessiz sakin havadar yerde tekrar gözlerimi kapar uyurdum. çocuk ken her yıl nerede ise bir ayımı orada geçirirdim. bazen uzar, bazen kısalırdı. bağ'dan üzüm, bahçeden domates salatalık toplardım. sonra tarlaya gider çapa yapardım. hiç unutmam bir seferinde süpürge ekerken öyle bir yanmıştım ki günlerce sırt üstü yatamamıştım.
ama sonra annanemin rahatsızlıkları arttı. yanında yaşayan dayım kasabaya taşınınca yalnız kaldı. evim dedi başka bir şey deme di o evde yaşadı. rahatsızlıkları artınca onu hepimiz sıra ile yanımıza almaya başladık. zorla getiriyorduk onu gelmek istemezdi. gelmemek için her şeyi yapardı. ama bir saatten sonra mecbur kaldı. ve onun evi o boşlukta çürümeye başladı. çalışma hayatına başlayınca benim köye gitme aralıklarımda uzamaya başladı. yıllarca gitmediğim zamanlar oldu. sonra annanemin cenazesinden bir yıl sonra hem annaneme görevimi yerine getirmek hem de evi görmek için gittim.
annaneme veda etmek kolay oldu. çünkü onun ölümüne, ölmeden önce de hazırdım. bekliyorduk bir şey olacağını sezermiş gibi. ama evi görünce o boş, o yalnız, o yıkık halini görünce canım dan can gitti. ihanet etmiş gibi hissettim kendimi. ağladım. haykırarak ağlamak için sessiz göz yaşları döktüm. o evi dedem yapmıştı. inşaat ustasıydı. bizim köyde başka evler de yapmıştı. içinde iyi yada kötü anıları vardı. içinde altı çocuk doğmuş. ama beşi yaşayabilmişti. önce en büyük dayım gitti. sonra bir ufağı okumak için istanbula geldi. annem babamla evlenip istanbula yerleşti. teyzem yakın köylerden birine evlendi. annanemin gözdesi dayım. onu asla bu konuda affetmem. evlendi. elbette her kez evlenecek oda evlendi. bir kaç yıl annanemin yanında yaşadılar. sonra yengemin lafına uydu dayım. kalktı gitti kasabaya yerleşti. dertleri ney di hiç anlamadım. bir sürü tarla, arazi vardı. rahat rahat geçinecek fırsatları vardı. ama bırakıp gittiler. annanemde gitti. ev yalnız kaldı. şimdi kimse ilgilenmiyor. kimse ne haldedir bakmıyor. her gün bir parçası yıkılıyor. bir süre sonra tamamen yok olacak. o zaman tek hatıram annanem ile geçirdiğim zamanlar olacak.
cumartesi gene onu yad ettim. o ellerine, saçlarına kına yakmayı çok severdi. bende çocuk ken her gittiğimde ona kına yaktırırdım. cumartesi günü saçlarıma ve ellerime kına yaktım. gene o hatıralar geldi gözümün önüne. kına kokusu bana annanemi hatırlatır. üzerine modern kıyafetler giyen, ayaklarında marka ayakkabılar olan, parfümüne, saçına başına bir sürü masraf eden, işaret ve başparmağına yüzük takan benim ellerimde ve saçlarımda kına yakılı.
saçlarımı her savurduğumda, ellerim her yüzüme gittiğinde annanemi anıyorum çünkü mis gibi kına kokuyorum.

20 Haziran 2010 Pazar

gökyüzü ağladı

gök yüzü ağladı...
son iki saat içerisinde düşündüğüm duyduğum, cuma gecesinden bu yana yaşananları özetleyebilecek en güzel cümle...
iki saat önce istanbul'a müthiş bir yağmur yağdı. oluk oluk yağmur suları indi çatılardan. aslında o an anlamlandırmak gelmedi içimden sadece pencere kenarında oturup keyifle izledim. damlaların yer yüzüne düşüşünü. biliyormusunuz hiç bir yağmur damlası yeryüzüne değene kadar diğer bir yağmur damlasına çarpmazmış. her yağmur damlası bir melek taşırmış böyle demişti beyaz melek'te yıldız kenter.
sonra cuma gecesi olan o elim olayın haberleri dönmeye başladı ekranlarda. o an o 11 fidanı görünce içimden allah bile şehitleri için ağladı bu gün diye geçirdim. kanal d de deniz arman şahitlerle ilgili haberleri sunarken farklı bir cümle ekledi haberin sonuna şimdi tam olarak aklımda değil atıfta bulundu şehitleri tek uğurlayanlar, ağlayanlar bizler değilmişiz gibi. 11 fidanın van'da askeri havaalanında ki cenaze törenini gösterdi. tören bitiminde askerler tam naaş'ları uçakları yüklerken
gök yüzü ağladı....
bardaktan boşanırcasına, olanlara isyan edercesine, şehidine hoş geldin dercesine
gök yüzü ağladı.
gök yüzü ağladı, millet ağladı, ben ağladım.
hep derler şehit cenazelerinde, ağlarsanız düşmanı sevindirirsiniz diye peki sessizce dökülen tek bir damla göz yaşı ağlamakmıdır. kendimi övmek değil amacım. ailelerinin içi yandı, benim içim onlarla beraber yandı. gözlerim acıdı. ağlamayacağım dedim. bir televizyon ekranına bakıp göz yaşı dökmeyeceğim dedim. ama tek bir göz yaşı damlası isyan etti. ben akacağım dedi.
en son ne zaman böyle olmuştum. 12 şehidi verdiğimiz gündü. o karanlık gündü. o zaman'da tıpkı şu anda olduğum gibi bilgisayarın karşısındaydım. gazeteden şehitlerimizin haberlerini okuyordum. fonda sevda'dan annem gibi şarkısını dinliyordum. tıpkı şimdi ki gibi. okudukça ağladım, dinledikçe ağladım.
oysa benim o günde, bu günde şehit verdiğimiz o fidanlarla bir yakınlığım yok. onları ve beni bağlayan tek şey, benim için bu dünyada ki en kutsal varlık olan, onların topraklarını kanla besledikleri vatanım. ve o gencecik insanların bu vatan için canlarını hiçe saymaları.
yazmak istedim içimdekileri, satırlara dökmeliydim.
gencecik canlar toprak olacaklar. geri de kalanlar dim dik duracaklar. bu vatan için daha bir çokları ölecek. şehit olacak.
peki ben ve sizler neler yapıyoruz. sadece isyan ediyoruz. kanımızı akıtan o pisliklere dur deyecek gücü neden bulamıyoruz. neden damarlarımızda bulunan kan'a ihanet ediyoruz. neden her gün bir fidanın daha ölmesine göz yumuyoruz.
bir kaç gün önce gazze'nin kurtuluşu için yürüyüşler yapanlar, ortalığı aya kaldıranlar, isyan edenler, neden saklanıyorlar şimdi, neden kendi canları için isyan etmiyorlar. gazze benim din kardeşim olabilir ama benim vatandaşım değil. benim toprağım için can veren askerim değil. onlar benim için sadece sıradan insanlar. ve bir hafta önce binlerce kişi isyan ederken şimdi herkes bir sessizliğe bir kranlığa gömüldü.
şimdi o karanlığın içine seslenmek istiyorum. orada kimse var mı?
şehitlerimizin arkasında onların haklarını savunacak kimse var mı?
gazze din kardeşi ise senin kendi canın, kanın, vatandaşın öz kardeşin değilmidir?
bu satırları yazarken kimseyi kırmak, üzmek, aşağılamak,din, dil, siyasi seçimleri dolayısı ile yargılamak amacı ile yazmadım. içimde bir isyan var.
çünkü gökyüzü ağladı. bende onunla beraber ağladım.

19 Haziran 2010 Cumartesi

okumak

okumak benim için başlı başına bir yaşam şekli.....
ne zaman nasıl başladım. aslında çok gariptir çok geç başladım. şimdi hatırlıyorum da alışverişe gittiğim bir marketin kitap raflarına gözüm takılmıştı. kendime engel olamamış konusu yüzünden kitabı almıştım. yalnış hatırmalıyorsam nora roberts'ın villa adlı romanıydı. ilk aldığım kitap.
evet nora roberts okurum. son dönemler de tarzını değiştirse de, artık daha çok dedektiflik romanlarına döndü eserleri ki ben bundan oldukça şikayetçiyim ama nafile. ben okumaya başladığım dönemde yazdığı eserleri daha çok seviyorum. sayfalarında aşk, cinsellik, macera polisiye hepsi bir arada olan entrikanın nereden çıkacağı belli olmayan bir yazım tarzı var. hatta bazen değil, genel de kitaplarının önce sonunu okurum, neler olacağını bilmek adına çünkü romanın ilerleyişinde çok şaşırtıcı şeyler ile karşılaşıyorsunuz. nora roberts'ın tıpkı onun tarzında yazan diğer yazarlar gibi güçlü karakterleri vardır. ama onun romanlarında ki en büyük ortak nokta objelerdir. mutlaka kahramanlarından birinin bir obje koleksiyonu vardır.
okuduğum eserleri; villa, bataklık ta gece yarısı, üç kader tanrıçası, sıcak buz, eve dallas serisi, bilgeliğin anahtarı, ışığın anahtarı, cesaretin anahtarı, uğursuz kolye.
tarihi aşk romanları severim daha öncede yazmıştım. judıth mcnaugt benim idolümdür bu konuda. onun güçlü yıkılmaz erkek karakterlerine hangi kadın dayanabilir ki yada müthiş çekici zeki kadınlarına mümkün değil dayanamazsınız. ama öyle bir tarzı vardır ki bir anda kendinizi kitabın içinde okuduğunuz o sahnedeymiş gibi hissedersiniz.
okuduğum eserleri; mutluluk, sen gelmeden önce, düşler krallığı, sonsuza kadar, seni beklerken, içinde aşk saklı, kalbim sende kaldı.
gene bu tarzın benim için vazgeçilmez temsilcilerinden biri julie garwood, başta oda tarihi romanlar yazıyordu. nasıl söylenir ilkel yazmayı seviyor. ilkel kelimesi belki yalnış ama onun eserlerinin bana hissettirdiği bu. neden çünkü dize gelmek istemeyen ilkel erkek karakterleri var ve onları dize getiren bilgili kadınlar. sonra hikayeleri benim bu dünyada ölmeden görmek istediğim bir kaç yerden biri olan iskoçya da geçiyor. belkide beni çeken budur. ilk iki eserinden sonra julie garwood'da farklı bir tarzı denedi bir taneden günümüzde geçen bir eser yazdı.
okuduğum eserleri; gelin, düğün, gölgede dans.
julia quınn, eserlerinin baş kahramanı her zaman kadındır. ve mutlaka bir adamı dize getirmeye uğraşıyordur. eğer bu tarz kitapları seviyorsanız okumaktan keyif alacağınız bir yazardır.
okuduğum eserleri; yüreğe söz geçmiyor, şahane bir kadının gizli günlüğü
stephanie mayer, onun eserleri hayatımın en büyük odak noktalarında biri şu an, muhteşem edebi anlatımı, vampir romanları yazmasına rağmen farklı ve romantik bakış açısı, güçlü karakterleri, okurken yaşatan yazım tarzı ile harika bir yazadır.
okuduğum eserleri; alakaranlık, yeni ay, tutulma, şafak vakti.
melissa dela cruz, vampirlere farklı bir bakış açısı getirdi. onların dünyanın vazgeçilmez bir parçası olduğunu gösterdi. yaşamaları için insan yaşamına değer verdiklerini, yemek için öldürülmeyeceğini gösterdi. kısacası bize farklı bir dünya sundu. baş karakteri shulyer adında yarı insan yarı vampir bir kız olan bir seri yarattı
okuduğum eserleri; asil kan, maskeli balo,davet
philippa gregory, onu bolyn kızında ki muhteşem anlatımı ile tanıdım. henry döneminin o skandallarla dolu olan yıllarını anlattığı muhteşem tarihi romanlar yazıyor. sadece size okumaktan zevk alacağınız yayınlar değil tarihi bilgiler verecek eserler sunuyor.
okuduğum kitapları; boleyn kızı, makhum prenses, bakirenin aşığı, kraliçenin soytarısı, boleyn mirası, öteki kraliçe.
ve son buluşum bir çoğunuzun okumuş olduğunu tahmin ettiğim yeni bir yazar ve yeni bir eser; luren kate'in meleklere farklı bir bakış açısı getirdiği eseri DÜŞÜŞ. dünyaya düşen meleklerin hayatlarını, luce adında henüz ne olduğunu bilmediğimiz insan formatında ki biz kızın ağzından yazarak bize farklı bir dünya sunuyor. eylül de bir aksilik olmaz ise serinin ikinci kitanı AZAP elimizde olacak ve ben onuda büyük bir zevkle okuyacağım.
okumuş olduğum diğer yazarları ve okuduğum eserlerini aklımda kaldığınca yazmak istiyorum.
stephanie lourens; kalbimi affettim, masumiyetin tadı
sabrina jeffries; ömür boyu sürecek, aşk hırsızı, bir prense aşık oldum
elizabeth boyle; mektubu mu aldın mı?
nicole jordan; ahlaksız teklif
cindy gerard; sınırı aşacaksın
amanda quick; kiralık nişanlı
melissa p; 100 fırça darbesi, yusufçuk gece gelir
tolkein; hurunin çocukları
steven presfield ; son amazon
choga regina ekbame; altın parmaklıklar ardında, yasak vaha
ben hills; prensesn masako'nun biyografisi
ıris johansen; ufka dokunmak, bir yaz günü gülüşü
daha bir çok eserden oluşan büyük bir kütüphanem var. ve hergün oraya yeni yeni kitaplar eklemeye çalışıyorum.
umarım sizde bu kitapları veya benzerlerini en az benim okurken zevk aldığım kadar sizde zevkle okuyorsunuzdur.

18 Haziran 2010 Cuma

küçük bir düzeltme

can atilla!nın albümlerinin çıkış sırası konusunda bir hata yapmışım okuyan arkadaşlardan özür dilerim.
çıkış sırası

cariyeler ve geceler
sultanlar aşkına
aşk-ı hürrem
mevlana odotöryumu
altın çağ'dır

müzikle başladık müzikle devam edelim bence

dün klasik müziğin bende yeri olan dehalarından bahsettim. chopini,bach, vivaldi,mozart sonra günümüz kompozittölerinden olan james horner ve hans zımmer'den.
ardından opera nın dehaları geldi. puccini, vivaldi,bethoven ve onların eserlerini seslendiren domingo, pavarotti, careras, boçelli, shaplin ve frangoulis'ten.
sonucuda operada'ki hayalete bağladım gitti.
bu günse bende çok özel yeri olan bir kompozitörü sizinle paylaşmak istedim.
can atilla
aslında yıllarca bu alanda emek vermiş bir insan olmasına rağmen onu sultanlar aşkına ismini verdiği albümü ile tanıdım. bu çalışma akabinde devam edecek olan bir serinin ilk çalışmasıydı. 1453 sultanlar aşkına, doğu romanın çöküşünün ardından osmanlıyı betimliyordu. ardından cariyeler ve geceler adlı albümünü çıkardı. bu eserinde de osmanlı'nın en mahrem noktası cariyelerin hayatlarının geçtiği yer olan haremi, cariyelerin duygularını, aşklarını kendine özgü ritimleri ile yansıttı. ve arkasında da aşk-ı hürrem, tarihimizin en önemli kadınların'dan biri olan kanuni'nin büyük aşkı hürrem sultana atfen yapılmış bir albüm oldu. o kadar güzel parçalar yapmış ki can atilla dinlerken sizi alıp ta içinizde bir yerlerde en derininizde olan coşkunuzu ortaya çıkarttığı gibi bazen de sizi öylesine rahatlatıyor ki kendinizi kaybediyorsunuz. enstrümanları o kadar güzel kullanıyor ki klasik müzik'te sevseniz, türk musikiside sevseniz, pop hatta rock bile sevseniz her parçanın içinde bu tarzlardan birer parça buluyorsunuz eserlerinde. içinde keman, kanun, piyano, tambur yani hem klasik hem modern enstürmanlar bir arada. mesela hamam'da ilk göz yaşı adlı parçasında sizi öyle bir sakinleştiriyor ki burada su sesini bile kullanmış, cariyeler ve geceler de de fıkır fıkır bir müzik ve arap ezgilerini ile oynamamak için kendinizi zor tutuyorsunuz. içinde tezatlar bulunan ama keyifle dinlenecek albümler yaptı. arkasından da hz.mevlana'ya ithafen mevlana odotöryumu adını verdiği özel bir çalışma yaptı. bu albümde benim için diğer üç albümü kadar özeldir. o kadar güzel anlatmıştır ki semah ı, o kadar güzel yansıtmıştır ki, müziği gözlerinizi kapatıp dinlediğiniz de kendiniz huşu içinde bulursunuz. sizde döner döner durursunuz aşk ile sevgi ile.
ve serisinin son albümü altın çağ. bana göre serinin devamı ama başlı başına bir yapıt. gene aynı muhteşem bakış açışı gene harika bir eser.büyük bir zevkle dinlenecek parçalar.
içinde benden, sizden, istanbuldan kısacası herşey den bir parça taşıyan bir albüm.

17 Haziran 2010 Perşembe

ruhum için klasik müzik

ilk ne zaman dinledim bilmiyorum. kulaklarımda yankılanan kemanın sesini, piyanonun tuşlarından çıkan nameleri, şimdi düşünüyorum da çok uzun zaman olmuş ben klasik müzik dinlemeye başlayalı. chopin, bach, mozart, vivaldi hayatıma gireli o kadar değişmiş ki dünyam, yeni kompozitörleri dinlemeye başlamışım ilave olarak....
chopin'in piyano, bach'ın çello, vivaldinin keman sonelerini dinlerken kendimi kaybettiğim bu dünyada mozart ın muhteşem kompozisyonları ile müziğin bir alçalıp bir yükselişine kaptırdım kendimi. ne zaman rahatlamak istesem mp3 player'ımı açar saatlerce dinlerim onları, dinlerkende dans ederim içimden bazen bale bazen vals ama müzik her zaman aynı ritimde.
sonra onlara günümüz kompozitörlerini ekledim.
james horner bu adam benim gözümde muhteşem bir dahi onu ilk defa brevheart'ın soundtrack ında dinlemiştim. belki daha önce de dinledim. ama içime ilk defa bu kadar derin o zaman işlemişti sanırım.
o zamanlar cd yok. günlerce kasetçi kasetçi dolaşıp sonunda bulmuştum soundtrack'ı, çocuklar gibi şendim o gün...
bilmem hatırlarmısınız filmi başında iskoçyanın tepeleri ekrana yansırken çalan parça işte ben o zaman bağlandım bu adama, sadece brevheart ta değil üstelik aynı zamanda dünyanın ilk 3 d filmi olan avatar'ın da soundtrack ları james horner imzalıdır. ve orada da dehasını müthiş olarak kullanmıştır.
bir diğer günümüz kompozitörü hans zimmer. müthiş bir adam o müziğe öyle ritimler ekliyor ki gözleriniz kapalı dinler ken bile ritimlerin alçalıp yükselmesine kaptırıyorsunuz kendinizi... hans zımmer hayatıma biraz geç girdi. onu son samuray filminin soundtrack'ında tanıma şansım oldu. aslında onu daha önce defalarca dinlediğimi sonradan farkettim. benim müziklerinden dolayı sevdiğim bir kaç filmin müziklerinide o yapmış. aslan kral, gladyatör, görevimiz tehlike, pearl harbor bunlardan bir kaçı.
sonra klasik müzik hastalığım bir başka boyuta taşındı. sese dönüştü.
opera puccini, verdi, vivaldi, ve elbette beethoven.... bir çok insan operanın keyfini müziğin tenör ve sopranonun sesi ile renklenişinin keyfini bilmez. oysa o muhteşem seslerin ışığında canlanır müzik. adlarını saydığım ünlü opera kompozitörleri arasında unuttuklarım çoktur. bunlar benim genelde dinlediklerim arasından çok çok özel bir kaç isim.
ama o eserleri de seslendiren isimleri unutmamak gerekir bence. müziğe ses veren dünyanın en güçlü ve en özel seslerin sahiplerini. tıpkı sizi müzik gibi alıp giden o seslerin sahiplerini. luciano pavarotti, jose careras, plasido domingo, andrea bocelli, mario frangoulis ve benim için tek olan bir soprana emma shaplin. aralarından en çok dinlediğim bir 10 yıl öncesine kadar pavarotti idi. sonra adrea bocelliyi keşfettim. muhteşem bir ses muhteşem bir güç o söylerken sözleri damarlarınızda hissediyorsunuz. en azından ben döyle hissediyorum. ve tabii ki hemen arkasından emma shaplin muhteşem bir kadın ve en az kendisi kadar hatta daha fazla muhteşem bir ses bazen güçlü, bazen nazik, bazen sert bazen bir ipek gibi yumuşacık. geçen hafta türkiye'deydi. ama maalesef kendisini canlı izleme şansına nail olamadım. ama bir gün hem adrea'yı hem de emma'yı canlı olarak izleme şansını yakalayacağım. son olarak ta mario frangoulis o çok yeni bir keşfim sesindeki akıcılık muhteşem sizi alıp götürüyor.
klasik müzikten, kompozitörlerden, opera sanatçılarından bahsettik en çok sevdiğim operayı unuttum.
operada ki hayalet. benim için muhteşem bir deneyimdi. bir çok kez dinlemiştim. ama birebir seğretme şansım olmamıştı. ama ekrana bir film olarak yansıyınca. benim için tam bir şölene dönüştü. video klibi ilk seğrettiğimde budur dedim. günlerce araştırdım. filminin yapıldığını öğrendim. beş veya altı yıl o filmi bekledim. iki saat boyunca benim için muhteşem bir yapıt izledim. gerçekten sadece müzik olarak değil görsel olarak'ta harikaydı.
kısaca klasik müzik benim hayatımın çok ama çok büyük bir parçası. nadir zevk aldığım şeylerin başında geldiğini söyleyebilirim. size daha sayfalarca yazabilirim, ama burada kesmem gerektiğini hissediyorum. ben yazarken keyif aldım. sizde okurken keyif almışsınızdır umarım. arka fonda ne dinliyordum bilin ?
bach, brandenburg konçestosu no 3

16 Haziran 2010 Çarşamba

twilight saga, robert, twilightfansitesi.com

efendim üyeyim, arkadaşlarım var diye anlatıp duruyorum ama size hiç twiligt saga ve fan sitemizle ilgili yazmadım. dedim ki bugün twilight saga ve fan sitemizle tanışmamı anlatayım.
bildiğiniz üzere twilight saga stephanie mayer'in bütün dünyaya nam salmış kitap serisi.
ben tam bir fenomen olan bu seri ile biraz geç tanıştım. vampir filmlerine aşırı derecede meraklı bir insan olarak vizyona çıkan her vampir filmini nerede ise kaçırmadan izlerim. 2009 ocak başı idi sanıyorum. gazetede twilight filmi ile ilgili bir makale okumuştum sanırım yada filmin tanıtım yazısıda olabilir. sanırım tanıtım yazısıydı. beni çeken öncelikle tabii ki vampir filmi olması idi. sonra da bir vampirin bir insana aşık olması...
tabii ben net te araştırmalar yapmaya başladım hatta sinemada gidip izlemeden önce nette iki kere izledim filmi, kesmedi 16 ocak ta gittim sinemada izledim.
bu arada tabii ben nette filmi araştırırken dünyaca ünlü bir kitap serisinin ilk bölümü olduğunu öğrendim. twilight( alacakaranlık), new moon (yeni ay), eclips (tutulma), breakıng dawn (şafak vakti)
işin komik yanı ise ben bu seriyi türkiyede yayınlayan şirketin internet sitesinin sürekli takipçisiyim, ama ne hikmetten se serinin ilk kitabı twilight ı gözden kaçırmış, hatta new moon u sitede görmüş şöylece bir bakmış özetinde bella adında bir kızın doğum günü ile ilgili ayrıntılar verilince güzel değil bu diye ilgilenmemiştim.
anam ne bileyim muhteşem bir serinin parçası olduğunu kitabın. ben filmin hemen arkasından serinin çıkan ilk üç kitabını satın alıp 3 günde bitirdim. edward ile yattım edward ile kalktım.
edward kim mi bilmeyeniniz için söylüyorum. edward bizim vejeteryan vampirimiz, vejeteryan dememizin nedeni insan kanı içmemesi...
edward stephanie'nin bütün dünyaya armağanı. yakışıklı, seksi, çekici, nazik adam vejeteryan ama stephanie öyle bir anlaşmış ki satırların da insanın gel beni ısır diyesi geliyor ki edward karakterini canlandıran robert pattınson'a kızlar ısır beni diye bağırıyorlar.
sanırım şubat 2009 olması lazım internette dolaşırken türkiyede bir fan sitesi olduğunu öğrendim. maksat eğlenmek olsun diye siteye üye oldum. bu benim ilk fan sitesi deneyimimdi.
iyi kide üye olmuşum. sitede muhteşem şeyler buldum. seriyi oluşturan kitapların tanıtımları, kitaplarla ilgili çıkan haberler sonra film hakkında bilgiler, filmde oynayan oyuncular ile ilgili bilgiler işin açıkçası twilight ile ilgili ne ararsanız var sitede. hatta az buçuk yoğun edward hayranlığından sonra robert pattinson fan sitesi gibide hizmet vermeyede başladığını düşünüyorum.
robert pattinson'dan bahsetmez isek olmaz. robert pattınson kimdir. ingilizdir. dünyada ki en güzel mavi gözlere sahip adamlardan biridir. 26 yaşındadır. son derece çekici bir insandır. dünyada 16 ile 35 yaş grubu arasında bulunan ve seriyi takip eden bir çok bayanın hayallerini süsler.(bu gruba bende dahilim)
aslından ilk tecih hayden christiansen miş edward rolu için ama robert kristen ile çok iyi bir uyum sağlayınca robert'ı seçmiçler. ha bu arada kristen bella karakterini oynayan aktristir.(kendilerini belirli nedenlerden dolayı sevmem o yüzden bahsetme gereği duymuyorum. bu noktada tarafsız olamadığım için özür dilerim.)
robert bu işi mühtiş kotardı. filmden önce kendisini kimse tanımazken ki harry potter da sedric rolünü oynamıştı. bir anda bütün dünya'nın göz bebeği oldu.
tabii bunda kitaplar da kullanılan belirli repliklerinde faydası olmadı değil. birde muhteşem olarak karakterize edilmiş edward'ın katkısı yadsınamaz.
neyse biz maceramıza geri dönelim. ilk film mi seğrettim. serinin çıkan üç kitabını okudum. siteden arkadaşlarım olmaya başladı. hayat bir şekilde devam etti. serinin son kitabı yurt dışında yayınlanınca twilight ve fan sitesi gündemimin ilk maddesine oturdular. esramız var bizim, bize kitabı çevirip spoiler lar verdi. hatta baktı ki bizde kitabın yayınlanacağı yok oturdu tek tek çevirdi. kitap yayınlandığında valla biz yarısını okumuştuk. hemen netten sipariş verdim. kitap elime geçtiğinde çocuklar gibi şendim. sormayın...
macera burda bittimi. hayır kasım 2010 da serinin ikinci filmi new moon gösterime girdi. gene sitede bulunan arkadaşlar sayesinde filmin fragmanlarını seğretmiş olsamda. film bir başka tutkuydu canım. ha bu aralıkta da twilight'ın dvd si geldi. hiç unutmam cuma günü çıktı satışa, o akşam bakırköye iş çıkışı gitmiş almıştım. new moon u istinye parkta izleyecektim. biletleri satışa çıkar çıkmaz almıştım. hatta o hafta türkiye gündeminden düşmeyen domuz gribine yakalanmış olmama rağmen kalktım filme gittim. bileniniz bilir edward'ın ilk çıktığı sahne varya bellanın rüyasında, o sahnede içimiz eridi gitti. yanımda bir kız oturuyordu. bir iç çektiki sorma gitsin. ardından new moon'un dvd sini beklemeye başladık. mart ta çıkması gereken dvd haziran da çıktı. onu da aldım koleksiyona ilave ettim. arkasında eclips furyası başladı. 30 haziran da gösterime girecek pür dikkat bütün fanlar filmi bekliyoruz. sonra maceranın devamı 2011 kasım brakıng dawn vizyona girecek.
peki ondan sonra fenomen bitecek mi? hayır
stephanie'nin bizim için bir sürprizi var gerçi şimdilik beklemeye aldı. midnight sun (geceyarısı güneşi) twilight bellanın ağzından yazılmıştı. bu kitap ise twilight'ın edward'ın ağzından yazılmış hali. dört gözle beklediğimiz bir kitap.
şimdi diyeceksin twilight'ı okudunuz. buna ne gerek var. işte burada bizi sizden ayıran bir durum var. biz edward'ı tanıyoruz ve onun ne kadar muhteşem olduğunu biliyoruz. ve bir vampirin bir insana aşık olmasını onun ağzından okumak istiyoruz.......
sevdiğim bir konu olunca çenem kapanmaz farkettim ki yazarken de aynısı oluyor .
umarım okurken sıkılmazsınız.

15 Haziran 2010 Salı

sinirliyim sinirli sinirli

bu gün tamamen soyutlanmış hissediyorum kendimi
neden ? sanırım havalar yüzünden çok sıcak kapı baca ne bulursanız açık lakin yok bende acayip bir darlanma hissi hakim
sanırım bunun fiziksel sebepleride var ama az kaldı bir kaç güne kadar normale dönmeyi planlıyorum
allahın işineden karışmaya başladımya çarpılacağım bir gün
bu gün sinirliyim aslında güzel bir gündü. hava hafiften hafiften esiyordu. işlerimi toparlamış bilgisayarımın başında vakit öldürüyordum. hani geçen gün dedim ya bizim kızlar judıth mcnaught'a sardı diye. efem şimdi de sevgili baş yazarımız denizimiz hanımefendiye rakip olmaya karar verdi. başladık bir hikayeye benide kendilerine teknik destek yaptılar. sanki becerebilirmişim gibi....
umarım beceriyorumdur. uzmanlık konummudur bilmem ama çok okurum. özellikle romantik macera kitaplarını anam harbiden farkettim ki fena sarmışım ben best sallerlara...
neyse sinirimin sebebi tam bu arada ortaya çıktı. efendim bütün gün bilgisayarda sıkılmıyormuymuşum vesaire vesaire...
yapacak başka şeyler bulamazmıymışım vesaire vesaire
arkadaşlarıma yardımcı olayımmış vesaire vesaire
sonuç konuyu kapattım. insanların riyakarlıkları beni öldürüyor. yaranma çabaları kime yada neye bilmiyorum. hayatım son 13 yılını verdiğim. kendi işim gibi bildiğim bir işim var. 13 yıldır ne izne çıktım. ne işimi eksik yaptım. hata yaptım mı elbette insanım ve mükemmel değilim. ama en büyük mutluluğum işimi yaparken kimseye bana yardım et şunu yap bunu yap demedim. kendim becerebileceğim son noktaya kadar yaptım. ancak beni aşan bir konu olduğunda başkalarından yardım istedim. şimdi verdiğim tüm bu emekler göz ardı edilerek, işimden arta kalan zamanlar yüzüme vururluyor. bu kadar mı dır. verdiğiniz emek, harcadığınız zaman başkalarının lafları yüzünden yok sayılır. emir eri muamelesi görürsünüz. üzücü olansa iş hayatınızın başında yanınızda olan sizin verdiğiniz emeği gören bir insanın bunu size söylemesi...
kırıldım. anladım ki arkadaşlıkta dostlukta bir yere kadarmış maalesef. arkanız dan konuşanların sayısı özümsenemeyecek kadar çokmuş. kendimi bütün dünyaya bütün gerçekliklere kapadım. arkadaşım, dostum diyebileceğim kimse yok... sadece beni tanımayan ama dinleyen beraber güldüğüm, eğlendiğim bir şeyler paylaştığım insanlar var hayatımda.
bu blog benim kaçış yerim oldu. kaçmak, saklanmak istediğimde sığındığım nokta...
şimdilik bu kadar
filizim desteğin için teşekkür ederim canım.....

14 Haziran 2010 Pazartesi

tersten başlamak

cumartesi size judıth ın eserleri ve beyaz atlı prenslere olan inancımı yazmaya başladığım o yazı beni tatmin etmedi. neden se, bir şeye tersten başladığımı hissettim. düşündüm, ya size beyaz atlı prense olan inancımı yazacaktım, yada judıth in eserlerini karar vermek zor oldu.

beyaz atlı prensi ve pembe panjurlu evi yani hayallerimi yazmaya karar verdim.

hayatım boyunca kendime geleceğimle ilgili çizdiğim tek çizgi, tek doğru.

çocukluğunuzdan hatırlarsınız, cıvıl cıvıl renkli hikaye kitaplarını. içinde mutlaka prenseslerin ve prenseslerin olduğu, muhteşem bir hayal aleminin kapılarını araladığımız o kitaplar benim okuduğum ilk kitaplardı.

hayatın gerçekleri, ben güzel olmasam da hikayede ki bütün prensesler güzel olsada, ben hep onların yerine koyardım kendimi bu yüzden de prensler hep benim prenslerim olurdu.

benim prenslerim, dürüst tü, yakışıklıydı, cesurdu, akıllıydı, kocaman bir kalbi olan iyilik timsalleriydi. işte ben böyle kitapların yarattığı başka bir alemde büyüdüm. daha doğrusu büyüttüm kendimi.

ama zannetmeyin ki hayal ile gerçeği bilmem. bilirim çünkü kendiniz ne kadar hayal kursanızda gerçekler her saniye yüzünüze çarpar. çocuksunuzdur. önemsemezsiniz. oyunlar oynar o oyunların o hikayelerin içinde yaşarsınız. ama işler büyüyünce değişir. ilk okul yıllarından sonra o hikaye kitapları raflarda ki yerlerini alır. tozlanmaya bırakılır ki ben asla böyle bir şey yapmadım. onları mutlaka başkalarına vererek değerlendirdim. başkalarının da o hayal alemini tanımasını istedim.

orta okul yılları başlamıştır. benim zamanımda ilk okul orta okul ayrıydı. o zaman artık yeni yeni genç kız olmak için adımlarınızı atmışsınızdır. kahramanlarınız artık şarkıcılar, aktörler ve erkek modeller olmaya başlar. bir çeşit gerçekliğe dönersiniz. artık gerçek insanları hayal edersiniz. ama gene sadece hayaldir. çünkü hiç birinin yanına bile yaklaşamazsınız. ben o zamanlar küçük bir oyun oynardım. hani diyordumya çocukken kitaptaki prenseslerin yerine geçerdim diye yarattığım bu oyunda da kendim ve hayran olduğum kahramanımla ilgili hikayeler yazardım kafamdan. hatta evde yalnız ken karşımda biri varmış gibi. küçük kız çocukların bebekleri ile evcilik oynadıkları gibi bende kendimce anekdotlar yazar oynardım.

sonra lise yılları ve ilk aşk. ve ben cahillik abidesi bir durumdaydım o zamanlar. bizde sevgili olmak diye bir şey yoktu. arkadaş olmak diye bir terim vardı. bende hep bunu normal arkadaşlık zannederdim. ta ki bir erkek te bana teklif edene kadar. hatta garibi baya fırçalamıştım. sonra arkasından bir kaç teklif daha oldu. hatta platonik takıldığım bir çocuk bile oldu. ali idi adı. en yakın arkadaşımın sevgilisinin en yakın arkadaşıydı. yapışık gibi gezerdik okulda, hiç ayrılmazdık. ona tutuldum. sesini tanırdım. ayak seslerini. kocaman bir kalabalığın ortasında elim ile koymuş gibi bulurdum onu. ama tek bir kere bile cesaret edip söyleyemedim. onun için hissettiklerimi. işte o zamanlar kafamda yeni yeni tomurcuklanmaya başlamıştı.

hani hep derlerya kızlar için 25 ini geçip evde kaldımı her gelende bir kusur bulur diye. ben daha 16 yaşında standartlarımı belirledim.

yakışıklı olması çok şart değil eli yüzü düzgün olsun yeterli. ama gözleri güzel olmalı. neden bilmem güzel gözlü erkekler beni büyülüyor.(sanırım bu yüzden robert pattinson'a da hayranım. onun gözleri beni öldürüyor.)

sonra çalışkan olmalı. ister kendi işini yapsın, ister birinin yanında çalışsın her türlü şartta ayakta durmayı becerebilecek biri olmalı.

zeki olmalı, hayat tecrübesine sahip olmalı. hiç belli etmesemde öğrenmeye açlık duyan biriyim bu yüzden de bana bir şeyler öğretebilecek kapasiteye sahip olmalı. dinlerken zevk alacağım benim söylediklerime de değer verecek biri olmalı.

cesur olmalı. düştüğümde yada birine ihtiyaç duyduğumda onun yanımda olduğunu bilebileceğim biri olmalı.

hayata benimle ortak bir bakışı olmalı. ne bileyim pop, rock sevmesinin yanında klasik müzik dinlemeyide bilmeli. bir gün metalıca dinlerken diğer gün opera dinlemekten zevk almalı. kitap okumayı bir yaşam şekli olarak seçmeli ve okurken aldığı zevki benimle paylaşmayı bilmeli. sinemaya, tiyatroya, sergilere gitmeyi sevmeli. gezmeyi, gezerken zevk almayı bilmeli. elbette ki arkadaş, dost olmalı. karşılıklı sevgi ve saygı şart. ama kaçamak zamanlarımızda olmalı. onun kendi arkadaşları ile benimde kendi arkadaşlarım ile geçireceğim zamanlar vermeli.

zengin olması parası pulu olması şart değil ama bu konuda ki en büyük handikapım mutlaka evi olmalı. ben hayatım boyunca doğduğum evde yaşadım. üç yıl önce yeni bir ev aldık. ve oraya taşındık. taşınmak nedir? bilmem. kira gibi dertlerim hiç olmadı. doğduğum ev şu anda bana ait. ama orası çocuklarımın geleceği (tabii bir gün evlenirsem olacak çocukların). bu yüzden kocamı iç güveysi alıp orada oturtmam. o yüzden evi olmalı. iki odada olsa bizim olmalı. benim pembe panjurları olmayan evim olmalı.

bu kadar saydın saydın aradığını buldumu diyeceksiniz.

hayır henüz başaramadım. ama vazgeçmiyorum. ben evlenip üç gün sonra ayrılacağım birini değil ömrümü verebileceğim birini arıyorum. ortak noktalarımın olduğu, ortak zevklerim olan birini. kısmet belki bir gün bulurum. bulamazsam da hayatımı tek başıma idare etmeye karar verdim.

değmeyecek biri için hayatımı değiştirmeyi kabul edemeyecek kadar bu konuda bencilim....

kısacası beyaz atlı prenslere hala inanıyorum ve onu arıyorum.

12 Haziran 2010 Cumartesi

beyaz atlı prens tanıtım bölüm 1

aslında bu gün aklıma bir şey yazmak gelmedi. nasıl derler sanatçılar, sanırım ilham gelmedi. o yüzden bu saate kaldım. ama sanırım ucundan ilhamileri yakaladım.
bu ara bizim ailenin kızları judıth mcnaught'un kitaplarını okumaya başladı. aslında biraz geç kalmış bir buluşma oldu onlar için ama olsun.
ben tam bir judıth hastasıyımdır. özellikle tarihi aşk romanları konusunda okunacak yazarlar listemin başındadır.
bir çoğunuzu duyar gibiyim. aşk romanı mı okuyormuş. evet aşk romanı okuyorum. çünkü hala ben beyaz atlı prenslere ve pembe panjurlu evlere inanıyorum.
önce judıth'ın romanlarından bahsedelim biraz, sonra beyaz atlı prenslere döneriz. judıth mcnaught dediğim gibi tarihi aşk romanları konusunda muhteşem bir yazardır. bir çok kitabı en çok satanlar listesinde üst sıralarda hatta birinci sırada bulunmuştur. romanları arasındaki en özel eser içinde aşk saklı adlı kitabıdır. hatta kendisi kitabın karakteri olan clayton westmoreland'e o kadar bağlanmıştır ki arkasından westmoreland erkeklerini anlatan iki kitap daha yazmıştır.
geçenlerde judıth in kitapları hakkında kısa bir araştırma yaparken bir arkadaş sayesinde kitaplarında kullandığı erkek kahramanların çoğunun o veya bu şekilde birbirleri ile akraba olduklarını keşfettim. işte judıth yazdığı her kitabında bu şekilde karakterlerine sahip çıkıyor ve onlardan vazgeçmiyor.
gelelim benim beyaz atlı prense.....
arada judıth ın erkek kahramanlarında olacak haberiniz olsun.
ama bir sonraki yazıda....

11 Haziran 2010 Cuma

bu gün içimden teşekkür etmek geldi...

daha yazmadan kaydete basan akıllı insan ben gerçi nasıl becerdim onuda bilmiyorumya neyse....

evet bu gün teşekkürlere ayırdım yazımı ama arada da başka konulara atlayabilirim uyarmadı demeyin.

öncelikle günlük tutmaya başladığımda bana blog açmamı öneren denizime (namı değer TN) çok teşekkür ederim. sayesinde içimdekileri yazacak ve paylaşacak bir yerim oldu.
sonracıma öndere teşekkür ederim. buraya üye olmama ve blog açmama yardımcı oldu sağolsun. anam ben inadım mı desem panik atağım mı desem bilmiyorum. hemencecik onun yardımı ile açtım bloğu.
bloğu açmak la bitmiyor süslemek lazım. o zamanda devreye handanım girdi. ben ona herkes gibi mühendis diyorum. o bizim ailenin bilgisayar mühendisi. dolayısı ile söz bilgisayar olunca en çok kafası ağrıyan kişisi. sağolsun bloğu süslemenin eklentiler yapmanın yollarını anlatan bir blog açmış kendine (ayıp bana adını unuttum) oraya her gün girip yeni bir şey varmı diye bakıyorum. ona da çok teşekkür ederim.
sonra gizmom var. gizemi daha önce yazmıştım. ama bloğumda gözüken o avatarı bana yapan gizemdir. tamamen şahsıma aittir. ve bütün üye olduğum sitelerde. ya avatarımdır. yada imzam. ona da bana vakit ayırıp böyle bir banner yaptığı için teşekkür ederim.
durun daha bitmedi. ailem var. öyle değil normal aile değil. aramızda kan bağımız yok ama 7 bağımız var. 7 nemi 7 bir hikaye ve çok yakında allah zeval vermezse kitap reyonlarında olacak bir kitap. sevgili denizin emek verip bizimde okuduğumuz harika bir fantastik hikaye.
efendim hepimiz twilight fan tr sitesi üyesiyiz onun içerisinde de bir klübümüz var. klübün adıda kitaptan geliyor. 7 benim netteki ailem.
kimler yokki orada yukarıda yazdığım şahıslar haricinde şükücanım, incim, hilalim, miniğim azram, sonra büşümüz büşra, bankacımız esen, doktorumuz tuğda, efe, emel, özge, damla, simay, aleyna, ayça, banu, ceren, diğer damla, esra işte tüm bu saydıklarım ve saymadıklarım kocaman bir aile. bir kısmımız biraz daha yakınız bir kısmımız biraz daha uzağız. ama kimse yalnış anlamasın. bizim ilk andımız. birimiz hepimiz hepimiz birimiz içindir. üç silahşördeki gibi. bir kısmımız öğrenci bir kısmımız iş güç sahibi o yüzden kimimiz daha sık kimimiz daha seğrek görüşüyoruz. burada hepsine de beni dinledikleri, anlamaya çalıştıkları, sevdikleri, değer verdikleri, güldürdükleri için çok ama çok teşekkür ederim.

ve filizim o benim ilk mailleştiğim arkadaşım. ondan da daha önce kısacıkta olsa bahsettim. ona da çok teşekkür ederim. bana zaman ayırdığı için, beni dinlediği için, benimle hayatını paylaştığı için.....

başka unuttuğum kimse varmı. varsa çok ama çok özür dilerim kendilerinden...

tartım raporu olumsuz .......

10 Haziran 2010 Perşembe

başlıksız olmasının bir sakıncası varmı?

öyle çok imla kurallarına dikkat eden biri değilim. kusuruma bakmayın ne olur. çok komiktir düzinelerce kitap okuyan ben iş yazmaya gelince imla kurallarını unutur konuştuğum gibi yazarım.

saçma farkındayım aslında konuşurken yaptığımız vurguları yazımızda da gösterebilmek için imla kuralları şart ama sanırım ben bu konuda üşengecim.



bu sabah kilo kaybı henüz yok. hatta 200 gr alınmış gözüküyor ama yalnış anlamayın kahvaltı saat 10 de edildi. tartım ise 10:30 da yapıldı dolayısı ile ancak gelişmelerin yansıması öğleden sonrayı bulur. bu konuda ki havadislar anlayacağınız yarın olur ancak.



aslında bu gün size kitaplardan onlarla geçen hayatımdan bahsedecektim. ama kendi bloğuma yazmadan önce arkadaşlarıma ait bir kaç bloğu okudum ve farkettim ki temelde ne kadar farklı insanlar olsakta hepimizin ortak sorunları var. ortak nokta insan olmak.

hepimizin istekleri, hepimizin arzuları ve hepimizin farklı bakış açıları var.

ama hayal kırıklıkları genelde üç aşağı beş yukarı aynı. küçükken hep toz pembe hayallerimiz vardır. evimizin prensi ve prensesiyizdir. bir dediğimiz iki edilmez. ne istesek yerine gelir. olmaz kelimesi yoktur lugatımızda. ama büyüdükçe her şey değişir tepe taklak olur.

mesela ilk okulda sınıf arkadaşınıza aşık olursunuz onunla evleneceğinizi düşünürsünüz. sonra lise yıllarında bu karakter genelde bir öğretmen olur ama artık büyümüşsünüzdür. ve bir gün onunla evleneceğinizi düşünmezsiniz. ama aşıksınızdır. sonra başka erkekler girer hayatınıza sürer gider.

aileniz bile değişir olmaz kelimeleri bir anda lugatınıza girer. oysa sadece büyümüşsünüzdür. ilk ne zaman büyüdüğünüzü anlarsınız düşündünüzmü. sanırım bunu en iyi kardeşi olanlar anlar. annenizi ya da babanızı kardeşinizle paylaşmaya başladığınız zaman. işte o zaman büyümüşsünüzdür. yaşınız kaç olursa olsun. ve o noktadan sonra çocukça hayallerinizi ve isteklerinizi bastırmaya başlarsınız. ailenizin size karşılıksız verdiği sevgiyi istemeyi öğrenirsiniz. çünkü artık eskisi gibi gelip sarılıp öpmezler sizi. bu benim için şu anda böyle yaşı daha genç olanlar belki daha az hissediyorlardır bu duyguyu yada daha hissetmiyorlardır.

ben 32 yaşındayım bazen babama olmasa bile anneme sarılmayı istiyorum. (babama sarılamam ama o çocukluktan beri gelir pat diye öper yanaklarımdan öyle gösterir sevgisini) ama sonra diyorum ki kendime kocaman bir kızsın ne o bebekler gibi anneye sarılmalar.

ama ne yaparsınız bazen ihtiyaç. bu satırları yazarken anneme uzun zamandır sarılmadığım geldi aklıma bu akşam eve gidince yapacağım bunu mutlaka...

aslında bu yazıyı iki saat önce yazmaya başladım. ama net te ki ailem ile muhabbete dalınca. kaldık bu saatte. hatta şu anda beni yemekte biliyorlar. ama bir an önce bitireyim dedim yazımı.



kim demiş bilmiyorum ama aklıma geldi



insan olmak zor zanattır.



hakikatten zor .....

9 Haziran 2010 Çarşamba

izleyici sayım 2 olmuş ve 1 kilo verdim

ne kadar sevindim bilemezsiniz. izleyici sayım 2 olmuş. bunada sevinilir mi demeyin. arkadaşlarım beni yalnız bırakmamış sağolsunlar.
bu gün biraz geç kaldım. sevgili patron vekilim (patronumun kardeşi) hakan bey bilgisayarıma el koydu. dört saat net'te oradan oraya dolandı durdu. bana da ancak sıra geldi.
önceklikle sevindirici haber bu gün 116,6 kg olmuşum
amanin çok sevindim. bir kg bir kg'dır.
şimdi sizin aklınızdan ne geçiyor biliyorum. durdun durdunda bunca yıl sonramı zayıflamaya karar verdin.
hayır.... daha öncede bir kaç denemem oldu. hatta baya azimli bir şekilde epey kilo verdim.
mesela birincisinde. yaş 18 felandı. polis okulu sınavlarına girecektim 78 kiloydum. kilo vermem şarttı. altı ay nerede ise aç gezdim. sırf okula girmek için yeterli kiloya sahip olabilmek için, 56 kg kadar düştüm. ama sınavı bu seferde boydan kaybettim. sadece bir santim. şanssızlık dimi...
hayatımın yönünü değiştiren olanların birincisi budur. hayatımın yönünü değiştiren olayları daha sonra yazağım size.
56 kg oldum dedim ya onu iki yıl tuttuktan sonra bir kaç ay içerisinde hızla kilo almaya başladım. bunun sonucunda da 90 küsür kilolara çıktım. sonra gene kilo verme maceram başladı. bu seferde sebep ayna da bir anda gıdımı gördüm. sarkmıştı. uyuz oldum. bu rejimin sonucunda da epey bir kilo verdim. sonra yine aldım.
benim kilo verdiğim maceraların sonucunda. kiloları hep çarpı iki olarak geri almak vardı. mesela 10 kilo verdiysem. 20 olarak geri alıyordum.
o son denemenin ardından da bir daha verme girişiminde bulunmadım. çünkü ben kilo verme işini başkaları ne der diye yapmıyordum. yada erkekler beni nasıl beğenir diye düşünerek, hayır ben hepsini kendim için yapıyordum.
şimdi tekrar başladım. dört günde gözüken 1 kg vermişim. ama bunu yapmakta ki amacım daha önce de yazdığım gibi sadece sağlığım için ...
ha birde bir gün ROBERT PATTİNSON türkiyeye gelirse (geleceği yokya neyse) adamın gözüne hoş görünmek için.
şimdi diyeceksiniz bu ne perhiz bu ne lahana turşusu hani sağlık içindi. evet sağlığım için yapıyorum ama onun gözüne de hoş görünmek süper olur.(sanki adam dönüp bana bakarda) işin makarası bu sadece kendimi motive etmek amaçlı kullandığım bir dayanak...

8 Haziran 2010 Salı

günaydın

efem bu sabah karanlık bir güne başladık. istanbulda müthiş bir yaz yağmuru var. ben sevmem böyle karanlık kasvetli günleri o yüzden bu gün bıkkın enerji seviyesi sıfır bir şahsiyetim.
yağmura karşı değilim özellikle yaz yağmuruna ama şöyle pırıl pırıl bir güneşle yağsa her damla içimize bir ışık olarak girse ne olur ki sanırım daha vakti var öyle güzel yağmurların.
parlak güneşli yaz yağmurları değince aklıma on yıl kadar önceki bir gün geldi. ailemle bir hafta sonu geçirecektim. biz gezmeyi yürüyerek gezmeyi çok severiz. tarihi yarım adaya senede kaç kere giderim sayısını bile bilmem. o gün muhteşem bir hava vardı. pırıl pırıl bir güneş. istanbul üniversitesinin yanından mercandan mahmut bey'e iniyorduk. birden bir yağmur başladı. hava pırıl pırıl ama müthiş bir yağmur yemin ediyorum. argo bir tabir olacak ama. hani donuna kadar ıslanmak diye bir söz varya aynen başımıza gelen oydu. 10 veya 15 dakika yağdı. o kadar çok ıslandık ki.
aslında eve dönebilirdik ama dönmedik. zaten döndüğümüze deymezdi. bir tentenin altına çekilip bekleyebilirdik. ama hayır o günün ve o yağmurun ne olursa olsun tadını çıkaracaktık. yağmur bittikten sonra elbiselerin kuruması biraz zaman alsada. o güzel yaz yağmuru arkasında pırıl pırıl bir gün bıraktı.
şimdi işyerinde ofisimdeyim. hava kapkaranlık sanki gece. sağanak buraya her an biraz daha yaklaşıyor. sabah patronum aradı. merkezin orada sel varmış sokaklarda sizin durum ne diye. daha bir şey yok dedim. ama erken konuşmuşum galiba.

ha bu arada bir izleyicim oldu. valla buraya yazdıklarımı okurmu okumak istermi ama beni genede yalnız bırakmadığı için çok ama çok teşekkür ederim. gizmoma
ben ona gizmo diyorum ama bana kızıyormu bilmiyorum. umarım kızmıyordur. o bana ailemin bir hediyesi. hani şu görmediğim ama beni bir parçaları olarak kabul eden nette ki ailemin.

neyse şimdilik bu kadar
bu gün sanırım tek yapılacak işim kitap okumak olacak galiba, kimsecikler yok ortada
kilo verdimmi dur ölçüp az sonra yazarım sanki bir günde kilo verilirde neyse düzenli not tutmak lazım ne yapacaksın
vermişim am ayanıltıcı olabilir 400 gr olsun o da bir şeydir dimi

7 Haziran 2010 Pazartesi

efem akşam oldu

az sonra evime gideceğim
tanrım karnım aç nasıl mutfağı es geçeceğim bu akşam bilmiyorum
ama sonuna kadar gideceğim bunu kafaya koydum

madem başladık yazmaya

bugün beyaz defterime yazdıklarımla başlayalım
aslında beyaz defterim bir günlük onca oraya sonra buraya yazacağım çünkü aklıma bir şey gelir gelmez oraya not ediyorum

dün istanbul forumdaydım. kardeşim sinemaya gitti. bende özne güneşgçzlüklerimi almak için gözlükçüye sonrada moda cafeye gittim.
ama eve döndükten sonra annem ile kavga ettim. neden mi? efendim üç saat boyunca bir cafede tek başına oturulurmuymuş?
hala hayata at gözlükleri ile bakıyorlar
hala kendi zamanlarında yaşıyorlar
oysa ben o zaman ait değilim aslada olmadım. olmayacağımda. hoş bir ortamda kitap okumak pencerenin dışında olan insanları seğretmek harika bir duygu
mesela dün orada öylece otururken küçük bir kız belirdi camın diğer tarafında o kadar güzel o kadar tatlıydı ki içeriyi izliyor neler var diye bakıyordu. o kadar masum o kadar güzel di ki onu ilzedim ben de.
ve bu üç saat için kavga ettim annemle. yapmayı sevdiğim şeyleri asla anlamıyorlar. benimde onlar gibi olmalı bekliyorlar ama değilim. özgür olmayı tamamen başı boş olmayı istemiyorum. ama kaçmak istediğimde beni anlamalarını anlayış göstermelerini istiyorum. onlara yalan söylemek istemiyorum. ama söylemek zorunda kalıyorum. beni buna zorluyorlar.
filiz hayatına bir yön verdi. yeni kararlar aldı ve aynısını yapmamı bana önerdi. bende yapmaya karar verdim. beyaz defterimi aldım her şeyi yazmak için filiz twilight fan tr'nin bana hediyesi. (bu arada boluğumun adresini verdim ona oda okuyacaktır yazdıklarımı)onu hiç görmedim. neye benziyor bilmiyorum. sesini hiç duymadım. her sabah günaydın diyoruz birbirimize bazen uzun uzun konuşuyor( daha doğrusu yazışıyor)bazen bir konu üzerinde tartışıyoruz.
kendi halinde biriyim ben öyle arkadaşım dostum diyebileceğim birileri yok hayatımda. o yüzden şimdi lik filiz ve 7 ailesi var hayatımda.
ASIL önemli olan şeyi unuttum........
zayırlamaya karar verdim. aslında güzel olmak isterim ama çabam bunun için değil. sağlık sorunlarımdan dolayı. dizlerim ve bacaklarım beni öldürüyor. en ufak yokuşu çıkarken nefes nefese kalıyorum. 4. katta oturuyorum ve oraya çıkarken bile zorlanıyorum. ama bunu kimseye itiraf etmedim. şimdiye kadar.
117,6 kg ımım bugün sabah klogs ile kahvaltı ettim. 15 dakika tempolu yürüyüş yapmam lazım ama ben tempolu yürüyemediğim için yarım saat yürüdüm.
adil olmak istedim gerçeği gerçek beni yazmak istedim. katışıksız bütün hali ile beni tanıyanlar bu yazdıklarımdan sonra belki benle ilgili hayal kırıklığına uğrayacaklar ama olsun
bu günlük bu kadar umarım yarın görüşürüz ve yeni şeyler bulurum size yazmaya

yalansız gerçek ben

adım hamide çalışkan. 24 mart 1978 istanbul doğumluyum. burayı açmakta gayem iki gün önce günlük tutmaya başlamamdır. denizim sevgili ailemin kökü abla madem günlük tutacaksın blog açalım sana dedi. aslında tereddütlüydüm. yani buraya tıpkı o deftere yazdığım gibi aklıma her eseni yazamam diyordum. ama sonra bir noktadan başlayacaksam cesaret göstermem lazım dedim.
buraya neler yazacağım, ne istersem aklıma ne gelirse ailemi, arkadaşlarımı, dostlarımı ne olursa sevincimi, acımı ne yaşarsam aslında önce küçük beyaz defterime yazacağım sonra da buraya aktacacağım.
umarım okuyan kişi için keyifli olur gerçi kim okur bilmem ama neyse....