Pages

29 Kasım 2010 Pazartesi

off off
kötü bir hafta sonu geçirdim.
sinirden uyku bile uyuyamadım.
tek iyi tarafı okuduğum kitabı bitirdim.
romantik kitaplar okuyan bendeniz gene kendimi kitabın erkek karakterine kaptırmadan edemedim
adamın adı bile çekici FALCON
kitabın adı kalbimin tek sahibi virginia henley yazarı, çok ama çok güzel bir hikayesi olsada beni etkileyen falcon oldu.



















bak şimdi merak ettim. neden kitapların yada filmlerin baş karakterleri her zaman yakışıklı ve inanılmaz özelliklere sahiptir.
hiç çirkin bir karakter yokmudur.
sonra düşündüm biraz eskilere gittim. bir zamanlar trt'de bir dizi vardı.
güzel ve çirkin hatırlayan hatırlar vincent aslan adamımız.
çirkin mirkindi ama karizmatik süper bir adamdı.







gerçi eski bir klasikten geliyordu hikayesi ama bizim karakterimiz hiç bir zaman yakışıklı prens olmamıştı.





biz onu öylede sevmiştik.
bu arada uzun zamandır aradığım eski bir filmi buldum geçen gün. sevgili youtube'umuz normal açılınca kısıtlamalardan yırtıp aradığımı bulmam kolay oldu. hatta tam bir raslantı oldu.
filmin adı acapulco bay













konusu güzeldi. yakışıklı bir erkek , güzel bir kadın
aşk, entrika kısaca ne ararsan var. filmi türkçe bulamadım. o yüzden yüklenen dillerde izledim videoların bazılarını. gülmekten kırıldım izlerken. hatırlıyorum da o başladımı işi gücü bırakır televizyonun başına çökerdim. tony ah tony ben ne aşıktım o zamanlar bu adama. şimdi seğredince bir gerip geldi. tabii çekimler eski ve görüntü pek içi açısı değil. eee yabancı bir dille izlemekte pek cazip olmadı. ama beni asıl güldüren.
adamın tüm muhteşemliğinin yanısıra kıyafetler oldu. tanrım neymiş onlar ya. miami vıce da ki gibi kısa bilekte pantalonlar, ceketin altına giyilen tişörtler, gömleğin altına giyilen yüksek bel pantolonlar hatta eski ince ekmerler. ayakkabıları unuttum onlarda genelde eski bez ayakkabılar vardı yazın giymek için o tarzda.
tony bir bölümde silahı beline koyuyor pantolonun beli o kadar yüksekteki adamın nerede ise göğüslerine değiyor silahın kabzası.tüm bu olumsuzluklara rağmen genede türkçesini bulsam tekrar izlerdim. gerçekten çok ama çok güzel bir diziydi. bulduğuma sevindim.









27 Kasım 2010 Cumartesi

Ne Mutlu Türküm Diyene

Ne dir bu saçmalık bu riyakarlık anlamadım.
Her gün bize kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, nasıl buralara geldiğimizi hatırlatan vatanı ve milleti için kan dökenleri andığımız her sabah okullarda okunan Andımız ve 10 yıl marşına uzanan diller nedir.
Kimlikleri adına özgürlük istediler kürdüz dediler baştakiler eyvallah dedi. Önce isimler değişti sonra devlet televizyonunda Kürtçe yayına başlandı. Her yerde kürt olduklarını bağrına bağrına söylemelerine izin verildi.
Şimdi kendini bilmez bir milletvekili olan şahsiyet ki milletvekili olurken ettiği yemini göz ardı ederek varlığı niye Türk varlığına armağan olsunmuş kendisi kürtmüş diye ortaya bir laf attı. Senin gibi bir pisliğin varlığı zaten bu ülke için lazım değil ama seni oraya getirenler utansın.
Bizimde kendini bilmez hükümetimiz ve milli eğitim bakanımız özgürlük, insan hakları, Avrupa birliği diye öne sürüp bize her gün Türk olduğumuzu hatırlatan andımızı ve marşımızı ortadan kaldırmaya çalışıyor.
Daha da vahimi İstiklal marşımızı bile isteğe bağlı okunması konusunda tavsiyeler çıkıyor kuruldan.
Kimsiniz? nerden geldiniz? ne siniz bilmiyorum. Ama bildiğim tek şey cebinizde TC vatandaşı nüfus cüzdanı taşıdığınız sürece bu ülkenin vatandaşısınız ve sizler o bayrak dalgalandıkça benim ve benim gibi düşünenler yaşadıkça bize kimliğimizi, nerden geldiğimizi, kim olduğumuzu asla ama asla unutturamayacaksınız.
Çabanız bu yönde Avrupa, birlik sayesinde özünü kaybetmeye başladı. Ama biz Atamızın dediği gibi damarlarımızda öyle bir asil kan var ki Osmanlı ile başlayıp Atamızın ve bu ülke için kanını döken şehitlerimizin izinde devam edip bu ülke için gözümüzü bile kırpmadan can veririz.
Size ne Andımızı, ne Marşımızı, ne Bayrağımızı çiğnetiriz. Onlar için ölenlerin yerine bin kere daha ölürüz. Onlar için ölür aynı zamanda öldürürüz.
Hükümeti de kınıyorum bu konuda sırf oy kapmak için verdiği tavizlerin bedelini ödeyecekler. Gerçi vatan toprağını üç kuruşa elin yabancılarına satan şerefsizlerin böyle davranış ve tutumları olması doğaldır. Ama öyle bir noktadan vuruyorlar ki prangayı insanlara dini inançlarını istismar ederek onların kendilerini desteklemelerini sağlıyorlar.
Ben Türk doğdum.
Türk yaşadım.
Türk öleceğim.
Benden sonraki nesilde öyle olacak. Bir gün bu ülke değerlerinden vazgeçer, insan hakları, eşitlik diye onların istediklerini verirse bilin ki o gün bu ülke için kanlarını dökenler bir kez daha ölecektir.

25 Kasım 2010 Perşembe

İşte ben bu mekan için ölürüm

hani size daha önce yazmıştım hep iskoçyaya gitmek istiyorum diye. sırf bu isteğim dolayısı ile içinde ne kadar iskoçya geçen kitap, roman felan varsa okuyorum diye işte geçen hafta aldığım kitaplardan biri olan monica mccarty'nin eseri asi'de iskoçyada geçiyor. üstelik gerçek olan bir mekan ve gerçek bir iskoçya klanının geçmişi anlatılıyor. tabii ki yazılı kaynaklar yetersiz olduğundan romanın bir kısmı gerçek bir kısmı uğdurma.
neyse kitabı az önce bitirdim tabii ki bu hikayenin kaynakları ile ilgili kısımlar kitabın sonunda yazılı idi. ve romanın geçtiği mekanları görmenizi istedim.
iskoçyayı bu güne kadar bölge bölge incelememiştim. genel bakmıştım. ama şimdi düşünüyorumda madem bu kadar meraklıydım neden yüzelsel bırakmıştım bakış açımı. bunların hepsi mazeret sadece neyse.
aşağıdaki iki resimden ilki iskoçyanın kuzeyinde bulunan sky adası
ikinci ise bu adada bulunan ve halan ayakta olup otel olarak hizmet veren oldukça romantik bir yer olan dunvegan kalesi yani macleod klanının evi.




sky adası
dunvegan kalesi

24 Kasım 2010 Çarşamba

TARÇIN ÖLDÜ

Çalıştığım yerin bahçesine giren bir sokak köpeğiydi tarçın.
Ona bu ismi verdik. Ortimin oğulları verdi daha doğrusu.
Yaklaşık 4 aydır bakıyorduk.
Kocaman olmuştu. Bizi her gördüğünde üzerimize atlıyordu.
Hatta daha bir saat önce yesin diye bir şeyler bırakmıştım klübesine.
Ona derme çatma bir klübe bile yaptık.
Ama o kadar baktığımız büyüttüğümüz tarçın'a öz önce araba çarptı.
Salmıştık gezsin etsin diye ama aptal bir şöför yüzünden şu anda caddenin kenarında dört bacağı kırık olarak yatıyor.
Ölmeye bir nefes kaldı. Biz vuralım ölsün dedik.
Karakol olmaz dedi.
Belediyeyi çağırdık mesai bitti dediler.
Hayvan oracıkta can çekişiyor.
Öldü en azından ölmek üzere ama acı çekmeden ölmesi için bir şey yapamıyoruz.

23 Kasım 2010 Salı

Kızgınım
Kırgınım
Dargınım
Kime mi? Aslında hayatın kendisine
Kardeşim arife günü işten ayrıldı. Daha doğrusu çıkarıldı. Oraya onu bir arkadaş aracılığı ile ben yerleştirdim. İki amacım vardı. Onun adam gibi bir işte ben ve abisi gibi çalışması ve eğitimini aldığı ama benim her gün keşke başka şey okusaydı dediğim metal işlerinden uzaklaşması için, kimsenin işine laf söylemek istemem ama yağ kirden annemi kurtarmak içindi. İstediğim tek şey annemi onun kıyafetlerini yıkamaktan kurtarmaktı.
Neyse işten çıkartıldı ama tek mazeret sunulmadı çünkü hatalı değildi.
Suçu yeni açılan bir şube olan çalıştığı yerde düzen oturana kadar gece gündüz aralıksız emek harcaması hatta kaç gece eve gelmeden orada zaman geçirmesiydi.
Suçu yeni bir bilgisayar programını bilgisayar programcılığını az çok biliyor diye daha iyi kullanmasıydı.
Ama yapamadığı şey neydi biliyormusunuz?
Yeni gelen müdürüne yalakalık etmemek, işi hızlı ve doğru yapabilmek için uğraşıp onun fikrini almaması….
Neyse ama asıl sinirimi bozan babamdı gene her zaman olduğu gibi…
Sanki paraya ihtiyacı var ki en son ihtiyacı olan şey, bütün bayramı çocuğun burnundan getirmekle kalmadı, onun yüzünden asla çalışmak istemediği bir işte sırf babamın dilinden kurtulmak için çalışmak zorunda kalacak gibi gözüküyor.
Gerçi sevgili kardeşimde bir garip
Çabalama yok, bir adım ileri gitmek yok,
Ama nedenini biliyorum. Babama kırgın ve kızgın işte bu nedenle de sırf onunla yüz yüze gelmemek için ilk bulduğu işe bodoslama dalacak ve çekeceği eziyet sadece onu değil annemi de ilgilendirdiğinden benimde sinirimi bozuyor.
Dünden beri evde bilgisayar elinin altında sağa sola mail at bir sürü şirket var ama yok sağda solda dolanıyor laf söyleyince de kıyamet kopuyor.
Kabul ediyorum bende çabalamam ama benim ki artık bir yaşam şekli oldu. Uzun yıllardır aynı şirkette olduğum için ne uzarım ne kısarım mantığı ile hareket ediyorum. Yaşam şeklimi de buna göre belirledim sanırım.
Kardeşim 25 yaşında kilo sorunu onda da olduğu için askere gitmedi uzun zamandır çalışma hayatında ama hayatımda tanıdığım iş konusunda en kısmetsiz adam. İnanılmaz bir kısmetsizliği var bir yerde çalışırken ya orası kapanır, ya adam maaşları geç ödemeye başlar, ya da böyle manasız bir şekilde işten çıkarılır. Gerçi bu ilk ti hatta bugün şirketle bağlantısını kesmek için ana merkeze gitti. Oradakiler bile dalga geçmiş karşıya açtıkları şubeden sonra o kadar çok mu iş azaldı da bir ay öncesine kadar gece gündüz çalışan bir yer işçi çıkarmaya başladı diye tabii adamlar ne bilsin ki uyuz bir müdüre tosladıklarını
Kime neye kızacağımı şaşırmış durumdayım. Evet kardeşime kızgınım, babama da, o salak müdüre de….
Çünkü benim hayatımı da talan ediyorlar, tam her şey düzene girdi artık rahatım dediğim noktada bam kocaman bir duvara çarpıyorum. Kardeşimi adam gibi bir işe sokup kafamdan atmadığım sürece maddi olarak olmasa bile manevi olarak bana yük oluyor. Sürekli onun için endişelenmekten ve onu düşünmekten sıkıldım. Ama bu sıkıntımı ne ona ne başkasına anlatamıyorum ya da anlatsam da o beni anlamamakta direniyor. Arkamı dönüp gidemiyorum yok farzedip kendi hayatıma bakamıyorum.
Çok dertliyim yani bu konuda, maalesef başkalarının derdini sırtımda taşımaktan yoruldum artık…..

22 Kasım 2010 Pazartesi

9 günlük muhteşem bayram tatili sona erdi. Yapılması planlananlar kısmen yapıldı. Tabii planda olmayan bazı ek aktivitelerde yapıldı. Türk geleneklerinden biri olarak kabul edilen bayramda yeni şeyler giyme huyuna kendimi kaptırınca bayram arifesinde aşağıdaki harcamalar yapıldı.
Lcw’dan kazak, hırka, eşofman 80 tl
Mavi jeans kot pantolon 80 tl
Ca iki tişört, bir body 88 tl
Çanta 35 tl
Yan harcamaları yazmıyorum bunlar ana harcamalar.
Neyse
Cumartesi mesai bitiminden sonra eve gittim. Pazar ve arife günü ufak tefek birkaç işte anneme yardımcı oldum.
Bayramın birinci günü sabah erkenden kalkıldı. Ailenin erkekleri namazdan dönene kadar ev toparlandı son düzeltmeler yapıldı. Namazdan sonra hemen babam ve küçük erkek kardeşim kurbanı kestirmeye gitti. Büyük kardeşim arife gecesi arkadaşları ile Trabzon’a gezmeye gitti. Geçen kurban bayramında biz onu yalnız bırakmıştık bu bayram o bizi bıraktı. Duyduğuma göre güzel geçmiş tatili.
Babamlar kurbanı bizim evin hemen arka balkonundan gözüken kesim yerinde kestirdiler. Garibi alıp oraya getirdiler. Bir duygulandım sormayın gitsin. Onu getirmeden önce birkaç tane daha kurbanı getirmişler hatta hayvanlar rahat dursun diye bağlayıp yere yatırmışlar bizim akıllı kurbanımızda kendi başına da aynı olay gelene kadar diğer garipleri dürttü dürttü durdu ayağa kalksınlar diye.
Kurban kesildi. Evde ailecek bayramlaşıldı. Kahvaltı edildi. Bayram kahvaltıları beni öldürüyor bu arada. Gelenek işte illa bayram sabahı et yenecek kim çıkardıysa ki ben kahvaltılık haricinde başka bir şey yemeyi sevmem ama ne yapacaksın bende onlara uymak zorunda kaldım. Çorba, et yemeği, kapama, mantı tatlıya yer kalmadı. Şiştim.
Sonra ben annem ile babamı evde bıraktım kardeşimle çalıştığım firmanın kurban kesimine geldik. Sevgili patroncuğum her sene kurban keser bizim içinde ekstra bir hayvan alır siz kesin ya da kesmeyin önemli değil o hayvandan payınızı almak zorundasınızdır. O yüzden bende almaya gittim. Öğlen geldim. Dayıma gittik beraber. Kuzenim gelecekti erkenden eve döndük. Akşam kuzenler geldi takıldık. Ertesi gün babamın gezme krizi tuttu. Aslında bu sene bizi kandırıp İzmir’e götürecekti.
Biliyorum aklınızdan salak mısın neden gitmedin diyorsunuz ama sorun şu ki bizim ki belli bir noktaya gitmez bazen bir günde iki veya üç il bile gezdiğimiz olur. Yorgunluk cabası o yüzden bu sene gitmek istemedik. Ama gene de Avrupa yakasında tek gezmediği vilayet olan Kırklareli’ne gittik. Hepi topu yarım saat için 4 saat yol gittik geldik. Şehir merkezi minnacık bir yer 10 dakika da gezdik, yemek yedik dönmek için yola çıktık bu arada sevgili kardeşim sayesinde hız sınırını aşıp ceza yedik.
Dönüşte önce Hadımköye bizim diğer eve uğradık. Sonrada babamın halasına uğramak için Esenyurt’a gittik. Kadın 80 yaşında valla benden daha dinç bir yarım saat orada takılıp eve geldik. 3 gün evdeydim. Hiçbir şey yapmadım desem yeridir. Kalktık, yemek yedim, yattım.
4 gün sabahın 7 sinde kalktım büyük adaya gidecektim. Havaya baktım bir film olmaz dedim. Kıçımı devirim yattım yenide 8 e doğru güneş tepeme vurunca kalktım. Kardeşimle büyük adaya gittik müthiş yoruldum. Bilen bilir büyük tur ve küçük tur yapılır orada ben küçük turun tamamını yürüyerek yaptım. Eve dönüş için vapura binerken sadece ayaklarım sızlıyordu. Ama sonra evdeyken fark ettim ki anam her tarafım ağrıdan kopuyor. Saat daha 21:30 da yatıp uyudum. O günün harcama bütçesi de fenaydı.
Yol parası gidiş dönüş 20 tl
Mado’da kahvaltı 43 tl
Ayanikola da çay kahve 6 tl
Mado dondurma 15 tl
Cumartesi evdeydim. Aslında sinemaya gidecektim. Ama sonra vazgeçtim. Önce film izlemeye karar verdim sonra vazgeçtim kafayı vurdum yattım uyudum.
Pazar günü son gün olmasının keyfi ile kalktım. Kahvaltıdan sonra film seyrettim sonra forum İstanbul’a gittim. Saat 12: 30 du. Newyork ta beş minare filmine izlemek için bilet aldım. Saat 14 te seans olduğundan vakit öldürmem lazımdı. Tabii oraya gittiğimde uğramamam gereken yer olan D&R a girdim. 4 kitap aldım. Asi melekler, cehennemde balo geceleri, asi ve bir kitap daha aldım ama adını hatırlayamadım. Sonra mado ya gittim seans gelene kadar kahve içtim. Tiremusu yedim. Sonra da filme gittim.
Film güzeldi. Mahsun Kırmızıgül’ün film konusunda aldığı yol gerçekten harikaydı. Ve senaryoyu beğendim. Bir adamın babasının katilini öldürmek için yaptıklarını anlatıyor. Mahsun yani filmdeki Fırat’ın babası 1973 te öldürülmüş. Onu öldüren kişide Haluk Bilginerin oynadığı Hacı Gümüş adam Amerika da yaşıyor. Fırat adamı İstanbula getirtmek ve öldürmek için bir sürü yalana başvuruyor ki kendisi polis olması sebebi ile adamı işlemediği suçlardan dolayı suçlayıp kırmızı bültenle aratıp fbı a yakalatıp İstanbula getiriyor. Sonra da suçsuz olduğunu yanlış adamı yakaladıklarını söyleyip adamı serbest bıraktırıyor. Tabii bu arada babasını asıl öldürenin Hacı Gümüşün abisi olduğunu suçu sadece hacının üstlendiğini öğreniyor hacı da memleketini görmek istediğinden beraber Bitlise gidiyorlar. Orada fırat ailesine durumu anlatıyor. Dedesi kabullenmiş gözüküyor. Ve hiç beklemediğiniz bir anda bir silah sesi duyuyorsunuz ki ben gerçek zannedip yerimden zıpladım ve bütün salonunda yerinden zıpladığını gördüm sanırım onlarda aynı şeyi düşündü. Bu filmi karşılaştırabileceğim bir türk filmi yok maalesef bu yüzden güzeldi. Efektler, görsellik, konu, oyuncular ama Amerikan yapımları ile karşılaştırırsak eksikleri vardı. Ama gene de ellerine sağlık süper bir film olmuş. Harika newyork manzaları vardı.
Sinemadan çıktım eve döndüm. Aldığım kitaplardan birini okumaya başladım.
Sinema 14 tl
D&R kitap 75 tl
Mado 12,5 tl
Kısaca bayram toplam 470 ile 500 arası bir rakama maal oldu. Ama olsun gerçekten ihtiyacım varmış dinlenmeye ve harika bir havanın tadını çıkarmaya. Gerçekten yazdan kalma muhteşem bir havaydı.
Şimdi işteyim size de oradan yazıyorum . sabah sabah yoğundum ancak bitirebildim yazıyı.
Bir bayram tatili de böylece son buldu.

11 Kasım 2010 Perşembe


BEN O GÜLÜ DİKENLERİ ELİME BATA BATA SEVDİM

10 Kasım 2010 Çarşamba

Sana Atam

Seni ilk defa nerede gördüm hatırlamaya çalıştım bu sabah, fark ettim ki ben sanki seni doğduğum gün görmüşüm. İlk nerede gördüm nasıl gördüm hatırlamıyorum bile ama o mavi gözler, o sarı saçlar hep hayatımın bir parçası olmuş.
Seni unutturmaya çalıştıklarını fark ettim bu sabah, yıllarca biz seni sevmeyi öğrendik. Ailemiz, vatanımız, bayrağımız, marşımız gibi seni aziz tuttuk. “Hoş şimdi kendini bilmez şerefsizler okullardan bayrağımızı ve marşımızın okunmasını kaldırmaya çalışıyorlar ama karşılarında bizi bulacaklar” Sana edilen sözü anamıza, babamıza, kardeşimize edilmiş gibi kabul ettik. İyi söyleyenin arkasında kötü söyleyenin karşısında tek vücut olduk. Biz seni vatan toprağımız kadar çok sevdik. Seni sevmek bize öğretilmedi aslında biz seni tanıdıkça sevdik….
Oysa şimdi insanlar sokaklarda senin için bir dakika bile durup saygı duruşunda bulunmaktan çekiniyorlar. Bu sabah seni izledim. Naşının dolmabahçeden alınıp etnografya müzesine gidişini izledim. Çoluk çocuk, genci, yaşlısı, kadını, erkeği ağlamış ardından ama şimdi insanlar senden bir dakikalarını bile esirgerken ben bu satırları yazarken içimden ağlıyorum.
Seni çok sevdim o mavi gözler içime düştü, ben içine düştüm o maviliğin ama şimdi seni yok sayıyorlar. Yok saymaya çalışıyorlar. Senin çocuklarına, öğrencilerine artık senin bir değerin yokmuş sıradan biriymişsin gibi davranıyorlar.
Amerikalılar çocuklarına dinlerini öğretmek için noel baba gibi bir hayal yaratırken biz vatan sevgisini aşılamak için artık seni anlatmıyoruz çocuklarımıza ve çocuklar artık nesil ilerledikçe vatan sevgisini unutuyorlar. Vatana en büyük hizmet olan askerliği bile angarya görüyorlar.
Bu sabah senin için ağlıyorum, kendim için, ülkem için ağlıyorum. Seni bize içki masasından kalkmayan bir ayyaşmışsın gibi lanse edenler için ağlıyorum oysa onlar senin de insan olduğunu unuttular, seninde zaafların olabileceğini unuttular, onlar senin bütün yaptıklarını yok saydılar. Birebir yaptıklarını bir kenara koydular, bu ülke için akıttığın teri yok saydılar. Düşündüm o tepelerde, dağlarda o senin bize bıraktığın ve bizim en çok gurur duyduğumuz ama şimdi yok edilmek için emek verilen ordunla görev başında da olmayabilirdin. Dört duvar arasında bir odada bu ülkeyi yönetebilirdin. Ama yapmadın görevinden tek bir gün bile kaytarmadın. Sen lider olmak için doğdun, sen liderimiz, önderimiz olmak için Allah tarafından bize gönderildin. Onlar senin yaptığın iyilikleri görmek istemediler onlar senin yapmadıklarını görmeyi tercih ettiler. Bir zamanlar insanlar büstlerini gördüklerinde sana olan saygılarını gösterirken şimdi o büstleri taş parçaları yerine koydular. Oysa ben sadece iki ay önce huzurundaydım. Senin naşının olduğu anıtkabirde sana saygımı sundum. Yıllardır içimde taşıdığım hasretimi dindirmek için huzuruna çıktım. İnsanların sana karşı sergiledikleri bu tavırlardan dolayı ağlamak istedim. Gerçek mezarın olmasa bile o mozoleye insanların taş parçası olarak görmek istedikleri o mozoleye sarılıp hüngür hüngür ağlamak istedim.
Ben seni çok özledim. Hiç görmedim. Ama hergün senin varlığını hissettim, her gün güneş doğarken özgürce aldığım nefeste seni gördüm. Özgürsem senin sayende olduğunu bildim.
Sen olmasaydın bir başkası olacaktı. Ama sen oldun sen seçildin. Sen önderlik ettin ve bu halk senin arkandan tüm o kötü düşünenlerin haricinde kalanlar içten bir rahmet okuyup, içimizden biri bile seni bize verdiği için Allaha dua ediyorsa, biri bile arkandan tertemiz, içten bir Allah razı olsun diyorsa eminim ki rabbimizde o duaya istinaden seni gün geldiğinde koruyacaktır.
Dedim ya seni özledim diye anıtkabirin salonlarında senden izleri gördükçe, senin gerçek mezarını gördükçe sana ait olan bu yere dokunmanın verdiği hazzı yaşadım. Geçen sene dolmabahçede’ki odanda bulunan eşyalarına dokunurken varlığını hissetmeye ne kadar ihtiyacımız olduğunu fark etmiştim. Tablolarının olduğu salonda tablolarına bakarken onları sanki yapıldıkları ilk günkü gibi muhafaza ettiklerini fark ettim sonra fark ettim ki resimlerde o kadar canlıydın ki o kadar gerçek gibi duruyordun ki sanki o resimlerden çıkıp geldim hadi tekrar başlayalım hadi tekrar bu insanlara bir vatanlarının olduğunu hatırlatalım diyeceksin diye düşündüm. Sonra utandım, utancımı anı defterine üzülerek yazdım senin bıraktığın bu ülke için, kanlarını dökenleri yok saydığım için utandım. Bu gün bile senin arkandan gizli gizli ağlarken utandım.
Oysa isterdim ki tıpkı o naşının taşındığı gün gibi bu gün herkes seni yaad etsin, saygısını göstersin arkandan bir dua okusun ama olmuyor. Seni her gün içimizde biraz daha öldürmeye uğraştıklarını gördükçe kahroluyorum.
Seni kaybedersek, seni unutursak, senin öğrettiklerini yok sayarsak, senin kurduğun ordumuzu Mehmetçiklerimizi yok sayarsak ölücez. Ben dayanamıyorum sana edilen sözler o kadar ağırıma gidiyor ki seni unutursam Türklüğümüde unutacakmışım gibi geliyor.
Seni unutmamak için her gün güneşe bakmaya devam edeceğim.
Seni unutmamak için bayrağımıza bakmaya devam edeceğim.
Seni unutmamak için marşımızı söylemeye devam edeceğim.
Seni unutmamak için maviyi her zaman seveceğim.
Ama asla senden af dilemeyeceğim çünkü buna bile yüzüm tutmayacak kadar kendimden utanıyorum.


SENİ ÇOK AMA ÇOK ÖZLÜYORUM

9 Kasım 2010 Salı

BİR RUH ÇIĞLIK ATIYOR....

Biz Türkler için sınırlar özellikle konu kadın erkek ilişkisi ve seksse dillendirilmemesi gerekenler sınırlar listesinin en başında gelir.
Son dönemlerde basında fazlaca göze çarpan bir konu var. Aile içi cinsel istismar yani bilinen adı ile ensest ilişki. Bazen zorla, bazen isteyerek yaşananlar.
Son 10 yılda dikkatimizden kaçtığını düşündüğümüz bu olaylar artık nerede ise her gün basının bir parçası oldu. Kimi zaman modern şehirlerde kimi zaman kırsalda yaşandı bu hikayeler… Ve insanlar sebebini şuna yordular. Son 10 yılda ülkenin başında olan parti sayesinde halkımız nedense daha önce dinsizmiş gibi davranıp dört elle dinine sarıldı. Ve bu konuda basında yapılan haberlerden sonra etrafımda şöyle bir konuşma dolaşmaya başladı. Bunu yapan ya da yaşayan insanlar dini inancı zayıf hatta hiç olmayan tabiri caiz ise hani şu gece klüplerinden çıkmayan nerde akşam orada sabah yaşayan, her gece başka başka insanlarla olan, içen, sıçan ve dini görevlerini yerine getirmeyen ki yapıp yapmadığını bilmediğimiz halde ahkam kestiğimiz insanlardan diye değerlendirildiler.
Oysa tabloya baktığınızda bunun ne yaşam şekli ile nede dini inançlarla bir bağlantısı olmadığını görüyoruz. Bu insan olmak ile alakalı, insan olmayı becermek ile… İnsanın kendi kızına ya da oğluna böyle bir şeyi yapabileceği aklımıza hayalimize sığmıyor. Ama basında küçük hikayelerin altında insanlık tarihi kadar eski zamandan beri bunların yapıldığı hatta ülkemizde yaşandığı ama bizim hep konuşulmayacak sınırlarımızın arasında kaldığını bildiğimizden dillendirilmeyen bir konu olarak yerini aldı.
Geçen gün bir yazıda okudum babaları kendi kızının önünde oğluna cinsel istismarda bulunuyormuş. Her iki çocukta bir şey söyleyemiyormuş annelerine ya da başka aile büyüklerine… Çocuk, kız kardeşine bir şey yapacak diye korkusundan ne yaparsa razı oluyormuş babasına, kızsa küçük olmasının verdiği korkuyu yaşıyormuş ama her gün babasının ölmesi ve abisinin kurtulması için dua ediyormuş. Bir gün babası ölmüş sevinemedim diyor oysa o günün benim ve abim için bayram olması gerekirdi diyor ama aynı kazada abimide kaybettiğim için yıllarca benim dualarım yüzünden abiminde öldüğünü düşündüm diyordu. Bu olayı üzerinden 15 yıl sonra ancak psikoloğa gidebilmiş oda başka bir konuda gitmiş ama kadıncağızın sıkıntısının nedeni meğerse bu yaşananlarmış. Bu sadece küçük bir örnek ya hiç kaleme alınmayan örnekler onların yaşanmışlıkları….
Ve dışarıdan baktığınızda basına yansıyan resimlerde gördüğünüz o yüzler sıradan aileler, yapan insanlarda tutucu karısına yada kızına yan gözle baktırmayan görüntüde örf , adet ve anenesine bağlı kişiler. Kendilerini iyi aile babası yada iyi bir anne gibi lanse eden kişiler oysa evlerinin dört duvarı arasında yaşananları kimse bilmiyor. O evin dört duvarının arasına kalan sırları, acıları, yaşanmışlıkları küçücük bir bedenin şaşkınlığını, o bedenin bütün ruhunun kirletildiğini, yaşananların bütün hayatını etkileyeceğini bilmiyorlar. Bizde bilmiyoruz. Aslında, bunları yazarken şimdi düşünüyorum da bu tip istismarları kız çocukları daha çok yaşarmış gibi gözükse de aslında bence erkek çocukları daha fazla yaşıyormuş gibi bir his doğdu içimde. Neden bilmem kızlar bu tip bir şeyi yaşarsa ortaya çıkması söz konusu olabilecek, ama erkek çocuklarında bunun ortaya fiziksel olarak çıkma olasılığı nerede ise yok. Kapalı kapılar ardında bu tip muamele yapılmış bir erkek çocuğunu düşünmek şu anda bile bedenimi acıtıyor, ruhumu yaralıyor. Sonuçta kız ya da erkek her ikisi de ezilmiş, un ufak edilmiş bedenler oluyorlar. Yaşananlardan sonra kendisini toparlayan, normal hayata dönen elbette vardır. Ama ya dönemeyenler hayatları boyunca bu yükü bedenlerinde, ruhlarında taşıyanlar onların hesabını kim verecek.
İçimde bu konuda yazacaklarım bitmedi, ama her kelimede nefretim, acım artıyor o yüzden kelimeler dağılmaya anlamsız olmaya başlamadan bitirmem gerekiyor. Ve ben, sen, biz, siz, hepimiz sadece bu tip olayları okuduğumuzda tek yapabildiğimiz üzülmek. Peki ya onlar neler yaşıyor biliyor mu yuz?
Kocaman bir HAYIR.

5 Kasım 2010 Cuma

DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN DENİZİM


DENİZİM SENİ ÇOK SEVİYORUM

1 Kasım 2010 Pazartesi

BİR SAVUNMA MI ? BENCE FARKLI BİR BAKIŞ AÇISI

Cumartesi gecesi iki kız arkadaşımla beraber alışveriş merkezine gittik. Yemek yedik, fazlaca üşüyünce çikolatalı salep içtik, birkaç mağazaya bakındık sonra bowling oynamaya gittik. Laf aramızda 10 sene sonra bowling oynamaya kalkınca fark ettim ki baya paslanmışım.
Ama kafama takılan konu sohbette bir yerden sonra benden bahsedilmesiydi. Kabul ediyorum. Biraz garip biriyim babamda öyle eski kafalı denen adamlardan. Paranın har vurulup harman savrulmasından haz etmez. Ona göre sadece lazım olan şeyler alınmalıdır. Bu yüzden her ay bana belirli bir harçlık verir geri kalanını bankaya yatırır. Paran var mı var. Kendine ait bir evin var mı var. Pekala diyorlar neden sıkıntı yaşıyorsun.
Aslında temel nokta babamın bakış açısı yazdığım gibi onun mantalitesi lazım olmayan bir şey alınmaz. Vitrinde gördüğün bir anlık bir bakışla seçtiğin şeyler doğrumudur.
Bende sanırım aynı açıyla düşünüyorum. Kahverengi giyeceğim diye illa kahverengi ayakkabı almam lazım diye düşünmem. Aslında çantam, ayakkabım, mantom, ceketim hep siyahtır. Çünkü öyle renkli renkli giyinmeyi en azından dış görünüşümde renk uydurmayı sevmem siyah her renkle uyar bana göre buda bana yeter.
Temelde aslında süslü püslü giyinmeyi sevmem giyinmek benim için bir tişört bir gömlek bir pantolon ya da bir etektir.
Daha öncede söyledim kilolu bir bayanım bu yüzden büyük bedene yönelik şeyler tercih ediyorum. Ama mağazaları gidin büyün beden için tasarlanan bütün ürünler ben buradayım dercesine renkli ve süslü ben o tarz şeyleri sevmem bir tişört bir pantolon çok bile bana
Ha özel bir yere mi gidilecek işte o zaman giyinirim.
Ama paramı asla giyemeyeceğim ya da birkaç kez giyip sonra bir daha giyemeyeceğim şeylere vermem. Ki vermişliğim vardır.Kazak azıcık tüylendi diye onu atmam. Ya da ne bileyim ayakkabım azıcık çizildi diye yenisini almam. Bu sene taba moda diye gidip çanta ayakkabı mont almam.
Hala ortaokulda okurken aldığım kazaklarım durur hala onları giyerim.
Aklıma şu geldi sanırım insanlar benim para sıkıntım olduğunu şuna yoruyorlar. Uzun zamandır üzerimde hep aynı şeyleri gördüklerinden zannediyorlar ki almıyorum. Evet alıyorum ama öyle köklü değişiklikler yapmam bazen gider birkaç tişört alırım. Bazen kazak sezonu başında ya da ortasında ayarlar bir seferde alırım. Çantalara ya da ayakkabılara insanların maaşları kadar para vermem hadi ayakkabı neyse de çantalara verilen paralara acıyorum. Şu anda kullandığım çantamı 20 liraya almıştım. Çok da severek kullanıyorum. Ama fermuarları bozuldu. O yüzden şimdi yenisini arıyorum. Ama belli bir model aradığım içinde bulmak zaman alıyor.
Ben paramı kitaplara harcarım, sinemaya, müziğe, gezmeye yeni yerler görmeye harcarım kardeşimle ya da arkadaşlarımla geçireceğim birkaç saat için harcarım. Her ay sonu kredi kartı ekstrelerim de üst baş yerine bu tip harcamalar vardır.
Yani bütün maaşımı kendi cebime koysam bile ben onu bunu alacak bir tip değilim. Arada lazım olmuyor mu elbette oluyor. Bazen üst baş almaya gittiğimde bütçemi aşmam gerektiği durumlarda ya da kuyumcunun vitrininde çok hoş bir yüzük yada künye gördüğümde evet gerçekten gerekiyor ama bilmiyorum. Sanırım ben gene paramı kendi bildiğim yollarla harcamayı tercih ederdim herhalde. Onlara da bunu anlattım. Neden dediler
Dedim nerde giyeceğim. İş yerimiz en azından benim bakış açımdan öyle süslü püslü giyilecek bir yer değil. İnsan kendisi için giyinir dediler. İyide ben kendim için sadece hafta sonralı giyiniyorum. Oda spor oluyor genelde. Az evvel denizin yazısını okudum. O şöyle demiş. Tam dediğini yazamayacağım ama aklımda kaldığı kadarı ile küçükken vitrinler yerine kitapçılarla tanıştığını söylemiş bende sanırım aynı şeyi yaptım. Bir cafe de oturup kitap okurken yanında kahve içmek kadar yada yeni bir yer gördüğünde orayı baştan aşağı incelemek kadar zevk aldığım bir şey yok.
İşin aslı temelde ne kadar böyle olduğum için babamı suçlasam da paramın hepsini bana verse de ben öyle pahalı günlük kullanımlı şeyleri almayı beceremeyecek kadar acayip biriyim. Ve ben kendimi biliyorsam ilk önce kendimi bir kitapçıya atarım.