Pages

14 Haziran 2010 Pazartesi

tersten başlamak

cumartesi size judıth ın eserleri ve beyaz atlı prenslere olan inancımı yazmaya başladığım o yazı beni tatmin etmedi. neden se, bir şeye tersten başladığımı hissettim. düşündüm, ya size beyaz atlı prense olan inancımı yazacaktım, yada judıth in eserlerini karar vermek zor oldu.

beyaz atlı prensi ve pembe panjurlu evi yani hayallerimi yazmaya karar verdim.

hayatım boyunca kendime geleceğimle ilgili çizdiğim tek çizgi, tek doğru.

çocukluğunuzdan hatırlarsınız, cıvıl cıvıl renkli hikaye kitaplarını. içinde mutlaka prenseslerin ve prenseslerin olduğu, muhteşem bir hayal aleminin kapılarını araladığımız o kitaplar benim okuduğum ilk kitaplardı.

hayatın gerçekleri, ben güzel olmasam da hikayede ki bütün prensesler güzel olsada, ben hep onların yerine koyardım kendimi bu yüzden de prensler hep benim prenslerim olurdu.

benim prenslerim, dürüst tü, yakışıklıydı, cesurdu, akıllıydı, kocaman bir kalbi olan iyilik timsalleriydi. işte ben böyle kitapların yarattığı başka bir alemde büyüdüm. daha doğrusu büyüttüm kendimi.

ama zannetmeyin ki hayal ile gerçeği bilmem. bilirim çünkü kendiniz ne kadar hayal kursanızda gerçekler her saniye yüzünüze çarpar. çocuksunuzdur. önemsemezsiniz. oyunlar oynar o oyunların o hikayelerin içinde yaşarsınız. ama işler büyüyünce değişir. ilk okul yıllarından sonra o hikaye kitapları raflarda ki yerlerini alır. tozlanmaya bırakılır ki ben asla böyle bir şey yapmadım. onları mutlaka başkalarına vererek değerlendirdim. başkalarının da o hayal alemini tanımasını istedim.

orta okul yılları başlamıştır. benim zamanımda ilk okul orta okul ayrıydı. o zaman artık yeni yeni genç kız olmak için adımlarınızı atmışsınızdır. kahramanlarınız artık şarkıcılar, aktörler ve erkek modeller olmaya başlar. bir çeşit gerçekliğe dönersiniz. artık gerçek insanları hayal edersiniz. ama gene sadece hayaldir. çünkü hiç birinin yanına bile yaklaşamazsınız. ben o zamanlar küçük bir oyun oynardım. hani diyordumya çocukken kitaptaki prenseslerin yerine geçerdim diye yarattığım bu oyunda da kendim ve hayran olduğum kahramanımla ilgili hikayeler yazardım kafamdan. hatta evde yalnız ken karşımda biri varmış gibi. küçük kız çocukların bebekleri ile evcilik oynadıkları gibi bende kendimce anekdotlar yazar oynardım.

sonra lise yılları ve ilk aşk. ve ben cahillik abidesi bir durumdaydım o zamanlar. bizde sevgili olmak diye bir şey yoktu. arkadaş olmak diye bir terim vardı. bende hep bunu normal arkadaşlık zannederdim. ta ki bir erkek te bana teklif edene kadar. hatta garibi baya fırçalamıştım. sonra arkasından bir kaç teklif daha oldu. hatta platonik takıldığım bir çocuk bile oldu. ali idi adı. en yakın arkadaşımın sevgilisinin en yakın arkadaşıydı. yapışık gibi gezerdik okulda, hiç ayrılmazdık. ona tutuldum. sesini tanırdım. ayak seslerini. kocaman bir kalabalığın ortasında elim ile koymuş gibi bulurdum onu. ama tek bir kere bile cesaret edip söyleyemedim. onun için hissettiklerimi. işte o zamanlar kafamda yeni yeni tomurcuklanmaya başlamıştı.

hani hep derlerya kızlar için 25 ini geçip evde kaldımı her gelende bir kusur bulur diye. ben daha 16 yaşında standartlarımı belirledim.

yakışıklı olması çok şart değil eli yüzü düzgün olsun yeterli. ama gözleri güzel olmalı. neden bilmem güzel gözlü erkekler beni büyülüyor.(sanırım bu yüzden robert pattinson'a da hayranım. onun gözleri beni öldürüyor.)

sonra çalışkan olmalı. ister kendi işini yapsın, ister birinin yanında çalışsın her türlü şartta ayakta durmayı becerebilecek biri olmalı.

zeki olmalı, hayat tecrübesine sahip olmalı. hiç belli etmesemde öğrenmeye açlık duyan biriyim bu yüzden de bana bir şeyler öğretebilecek kapasiteye sahip olmalı. dinlerken zevk alacağım benim söylediklerime de değer verecek biri olmalı.

cesur olmalı. düştüğümde yada birine ihtiyaç duyduğumda onun yanımda olduğunu bilebileceğim biri olmalı.

hayata benimle ortak bir bakışı olmalı. ne bileyim pop, rock sevmesinin yanında klasik müzik dinlemeyide bilmeli. bir gün metalıca dinlerken diğer gün opera dinlemekten zevk almalı. kitap okumayı bir yaşam şekli olarak seçmeli ve okurken aldığı zevki benimle paylaşmayı bilmeli. sinemaya, tiyatroya, sergilere gitmeyi sevmeli. gezmeyi, gezerken zevk almayı bilmeli. elbette ki arkadaş, dost olmalı. karşılıklı sevgi ve saygı şart. ama kaçamak zamanlarımızda olmalı. onun kendi arkadaşları ile benimde kendi arkadaşlarım ile geçireceğim zamanlar vermeli.

zengin olması parası pulu olması şart değil ama bu konuda ki en büyük handikapım mutlaka evi olmalı. ben hayatım boyunca doğduğum evde yaşadım. üç yıl önce yeni bir ev aldık. ve oraya taşındık. taşınmak nedir? bilmem. kira gibi dertlerim hiç olmadı. doğduğum ev şu anda bana ait. ama orası çocuklarımın geleceği (tabii bir gün evlenirsem olacak çocukların). bu yüzden kocamı iç güveysi alıp orada oturtmam. o yüzden evi olmalı. iki odada olsa bizim olmalı. benim pembe panjurları olmayan evim olmalı.

bu kadar saydın saydın aradığını buldumu diyeceksiniz.

hayır henüz başaramadım. ama vazgeçmiyorum. ben evlenip üç gün sonra ayrılacağım birini değil ömrümü verebileceğim birini arıyorum. ortak noktalarımın olduğu, ortak zevklerim olan birini. kısmet belki bir gün bulurum. bulamazsam da hayatımı tek başıma idare etmeye karar verdim.

değmeyecek biri için hayatımı değiştirmeyi kabul edemeyecek kadar bu konuda bencilim....

kısacası beyaz atlı prenslere hala inanıyorum ve onu arıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder