Pages

12 Şubat 2012 Pazar

I will always love you whitney seni unutmayacım

ertuğrul özkök'ün affına sığınarak bu günkü yazısını alıntı yaptım. o kadar güzel yazmış ki whitney'i ben bu yazının binde birini bile beceremezdim. ellerinize sağlık



Whitney Houston’un ölüm haberini
okuyunca, elbette yarını bekleyemedim.
Bir otel odasında öldü.
Tıpkı Chet Baker gibi öldü.
Cesare Pavese gibi.
Hüzünlü…Yorgun, umutsuz…
Tek başına.
Arkasında bir şiir bırakarak
öldü:
“Herkese bir bakışı var
ölümün,

Ölüm gelecek ve senin gözlerine bakacak,

Bir ayıba son verir gibi olacak..”

Yıllarca önce Uzay Heparı öldüğünde “Bütün müzisyenler cennete gitmeli”
diye yazan ben; sırf bir kağıdın üzerinde ölümsüzleşeceğim diye,
böylesine demode bir egoizmle, artık asırlar kadar tarihe giden bir yarını bekleyebilir miydim?.
Hele hele o kadın, kendi cenaze
müziğini yıllar önce yazmış, artık
herkesin mezarının başında yakılacak ağıta çeviren kadınsa…
“I will always love you” şarkısıyla Mozart’ın resmi ölüm marşına, halk
çocuklarının, sokak çocuklarının gayrı resmi, illegal ağıtını ikame etmişse…
Hangi ben; hangi birimiz; hangi
taze bir mezar yarını bekleyebilir ki…


Son yıllarda milyonlarca insan,
sevdiklerinin arkasından hep bu şarkıyı söyledi:
“I will always love you…” “Seni hep
seveceğim…”
O şarkı, milyonlarca mezarın
başına hüzünlü bir çiçek gibi kondu. O şarkıyla, sevdiklerimize ağıt yaktık, onu
hep seveceğimize, hiç unutmayacağımıza and içtik.
Bir yatakta , tek başımıza,
uykusuz, uykusu kaçırılmış bir gecede; Binlerce kilometre uzakta yatan bir
sevdiğimizi o şarkıyla hatırladık.
Kendi cenaze şarkısını söyleyen
kadındı o. Hepimize, arkamızdan söylenecek en olağanaüstü şarkıyı bırakan
kadındı.
Hepimizi, bir gün mutlaka gelecek
olan bir mukadderatın sahnesinde kostümlü provaya davet etmişti. Kendi ölüm
şarkımızı, kendi kendimizin ağıtını dinletmişti bize.
O şarkıyı, dünyanın bir ucundan
ötekine yayılan en samimi Fatiha’yı çevirmişti.


Mutsuzdu..hüzünlüydü…Bu dünyada
ne o aradığını bulabilmiş, ne de bu dünya ona aradığını vermişti. .Gözü sanki
öteki dünyadaydı..Hep oradaydı..
Özlüyordu sanki taze bir mezarı..
Sanki birileri bir an önce o
harika şarkıyı kendi arkasından söylesin diye acelesi vardı.
O yüzden 48 yaşında öldü.


Oysa bu dünyaya dans etmek için
gelmişti.
Bütün hayatı boyunca, “I wanna dance with somebody” diye
haykırmıştı.
Ama her defasında arkasına o umutsuz takıyı ekleme ihtiyacı
duymuştu:
“Who loves me..”
“Birisiyle dans etmek istiyorum. Ama beni
seven birisiyle…”
Bulamadı.. Kabahatlı o değildi.
Gerçekten sevecek biri ona rastlayamamıştı..Kabahtlı hep bekleyen değil, hiç
gelmeyendi.
Onun karşısına çıkmayan,
çıkamayan korkak erkekti.


O erkek randevuya gelmeyince,
kokain geldi.
Marihuana geldi.
Issız hüzünlü, tek kişilik otel
odaları geldi.
Ve 48 yaşında ölüm geldi…


O bize, sevdiklerimizin
arkasından sonsuza kadar söyleyebileceğimiz olağanüstü bir şarkı bıraktı.
Ben de onun mezarına Necip Fazıl’ın şu dizelerini
bırakıyorum:
“Ağlayın, aşinasız, sessiz, can
verenlere

Otel odalarında, otel odalarında…”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder